8 Ağustos 2008 Cuma

TOP SIKRIT LOVE SITORİSİ "GEL GEL SARIŞINIM GEL"




Koca kişisinin arada sırada yazdıklarımı okuduğunu bildiğim halde, aşağıda ilk aşkımdan söz edecek olmam, benim maniak bir hatun olmamdan kaynaklanıyor olabilir mi? Neyse ne işte. Haydi biraz geçmişe dönelim.

Yıllar evvel çalıştığım şirkette çok hoş bir çocuk vardı. Ahan da buna benziyordu. Ben de o zamanlar çıtır mı çıtır, gencecik bir hatun idim. O birinci katta, ben beşinci kattaydım, ama öğle saatlerinde, ortak projelerde falan beraberdik İş arkadaşlarım içinde en iyi anlaştığım şahıstı.

İşte biz bu çocukla zaman içinde sıkı arkadaş olduk. Bazen birbirimize yaslanıp dertleşiyor, bazen de küfürleşecek kadar sinir yapıp bağrışıyorduk. Kavga-dövüş geçinip gidiyorduk. Hatta ben bu yavruya kız falan bakıyordum sağdan soldan. O kadar da kankaydık.

Günlerden bir gün bir Cumartesi sabah saatleri, ben şirkete uğramışım bir işi halletmek için, bu da hazırlık falan yapıyor. O zamanlar Cumartesi çalışmayan, şanslı amele grubundayım. Telefon geldi “kız İncegül, denize akıyoruz biz, bekle seni de oradan alalım” diye. Ulen üzerimde de böyle şık şıkıdım bir etek, şıkırtılı bir bluz, ayakta tıngır mıngır topuklu terlik, kulakta küpeler falan, nasıl kokoşum. Sair zamanlarda bir kot, bir tişört, yere yapışık spor ayakkabıyla dolaşan da bi’ tipim. Livaysın şu k.ça kaçan pantolonları ve kapüşonlu tişörtler favorim o dönem. Saçlar da arkadan sımsıkı at kuyruğu… Oğlan çocuğu gibi dolanıyorum ortalarda. O gün ne olmuşsa süsleneceğim tutmuş işte. Hiç unutmam, elimde de Şolohov/Don Hikayeleri. Tam alakaya çay demliyorum yani.

“Kızım, benim kıyafet müsait değil. Artııı ne mayo var ne bi’şey, elbiseyle mi giricem denize?” diyorum, kendimi parçalıyorum, nafile. “Geleceksin” diyorlar da başka bir şey demiyorlar. Ben bu esnada kendimi o kadar kaptırmışım ki telefona, benim kankayla yanak yanağa gelmişiz neredeyse, farkında değilim. Telefon bunun masada konuşlanmış olduğundan yapışmışız biz o hengâmede. Hani böyle filmlerde olur ya; kızla oğlan, birden bire, aniden yüz yüze geliverirler, işte böyle bir yakınlaşırlar falan… Aynen öyle. Ulen biraz daha uyanmasam giricem herifin ağzına. Bebenin de hiç umuru değil. “Bi’ çekileyim. Kızceyiz telefonla görüşüyo, rahatsız etmeyeyim” demiyor kerata. Öööyle bakıyor.

Hayır bakılacak bi’ tarafım da yok ki. Ufacık tefecik, gösterişsiz, kendi halinde bi’ kızım. Bi tek o gün salmışım belime kadar saçlarımı. Bi’ tek o gün etek, topuklu terlik ikilisine yüz vermişim. Belki diyorum, değişik geldim yavrucağa, ondan bakıp duruyor. “Rabbim yaratıyosun, bi’ takip et, böyle kız mı olur?” diye düşünürken dalmış zahir. Yalnız bu yakınlaşma esnasında benim içimde böyle garip, hani daha önce hiç yaşamadığım bi’ kıpırtı oluştu. Sanki fındık faresi kaçmış göğsümün sol yanına da, orada bulduğu peyniri tırtıklayıp duruyor gibi. Ulen diyorum fena da değilmiş bebe he. Gözleri de yemyeşilmiş. Biraz daha zorlasam öpecem çocuğu, feleğini şaşıracak!

Yok be kızım, tipin değil en önce. Bi kere çocuk sarışın, sen sarışınlardan hoşlaşmazsın. İyi de dengesiz misin sen? Bi insan evladı hem “sarışınlardan hoşlanmıyorum” diye yırtınıp, hem de nerede sarışın varsa onları mı beğenir yahu? Sen değil miydin, daha 4-5 yaşlarındayken, üniversite okuyan, kazık kadar sarışına aşık olan? Çocuğa “salaaak, salaaak” diye camlardan bağıran? Sen değil miydin, sırf Göksel Arsoy’u görebilmek için, aynı siyah-beyaz filmleri doksanar kez tekrar seyreden? Ve bütün platonik beğenilerin hep sarışın herifler üzerine değil miydi? Hatırlasana; lise yıllarında tek beğendiğin, ama sana ‘arkadaşlık!’ teklif ettiğinde reddettiğin çocuğu. (Salaaaak) Sapsarı değil miydi saçları. Yok yok… tamam sarışınlığını hallettik diyelim, boylar da uymaz ki. Sen mini mini bi’ şeysin, adam basketçi falan, fasulye sırığı gibi. N’apıcan, sürekli böyle şıkıdık şıkıdık topukluyla mı gezicen?

Arabada giderken, birbirine girmiş iç seslerimi susturmaya çalışıyordum. Yok canım, dedim sonra… Sadece anlık bi’ şeydi işte. Hem o senin kankan yahu! Kendine gel kızım, saçmalama! Yuh yani. İnsan en iyi arkadaşına bozar mı niyeti? Çüşşş sana. Bu güne kadar sana yaklaşanları hep uzaklaştırdın ya hem. Aşk meşk senin kalemin değil ki. Senin ideallerin var. Kaygıların başka başka. Haydi at kendini dalgaların içine de, kendine gel!

Daha sonraki günler o anı unutmuş, tamamen eski mutlu günlerimize dönmüştük. Biz yine birlikte çalışıyor, öğle yemeklerimizi birlikte yiyorduk. He bir de birlikte İngilizce kursuna başlamıştık. Her haltı beraber yapar olmuştuk. Bi’ tek helâya giderken ayrılıyorduk. Eskisinden de daha kankaydık artık. İyice dip dibe olmuştuk. Bu yetmezmiş gibi iş ve kurs çıkışlarında da birlikte benim durağıma kadar yürüyorduk. Neden beni durağa kadar götürdüğünü de anlayamıyordum! Zira onun evi tam ters istikamette olduğundan, beni bıraktıktan sonra tekrar gerisin geri aynı yolu yürüyordu yavrucak.

Günlerden bir gün “bu gün dışarıda yiyelim mi” dedi. “Olur” dedim. Tamamen iyi niyetli ve safça bir duyguyla, kardeş kardeş yemek yiyecektik. Ne olacaktı ki? Gittik, güzelce karnımızı doyurduk. Alman usulü önerdim. Lakin bu kudurdu. “N’oluyo anacım? Son derece medeni bir teklif yaptım. Ne yani? Sevgilim misin, kocam mısın, neyimsin? Niye benim hesabımı ödüyorsun ki? Ben senin bildiğin kızlara benzemem. Valla oyarım adamı” diyemedim tabi. Gözlerini öyle bir pörtletti ki, ben bile tırstım yani, o kadar.

Yine günlerden bir gün, kurs çıkışı şirkete uğradık. Bu bana kullandığı bilgisayar programını gösteriyor. O zamanlar teknoloji bu kadar ilerlememiş daha. Gates amcam Windows’u henüz rüyasında bile görmüyor. Bütün programlar ‘dos’ tabanlı. Biz kendimiz programlar falan yapıyoruz. O günkü şartlarda uzman sayılırız yani. Hatta evdeki Commodor 64’le şarkı bestelemişliğim var benim be. Bakmayın şimdiki anti-teknolojist halime. Neyse işte, ben tuşlara basıyorum, bu bizimki de –güya- yüzüklerime bakıyor. O zamanlar gümüş yüzük manyaklığım had safhada. “Bak bu çok şıkmış, bu güzelmiş” falan ayağı yapıyor. Sanki çok umurundaydı yüzükler. Salağız dediysek o kadar da değil. Utanmaz, elime dokunmaya çalışıyor. Erkek milleti değil mi işte!

Tamam, o yanak yanağa gelme anında yavrucağı öpmek istemedim değil. Ama, gözünü sevdiğimin gençliği, hormonlar kıpır kıpır… Üstelik dudakları da çok güzeldi . Lokma gibi böyle, iri iri. Hem ben öyle orasına burasına dokunmadım da. Dokundurtur muyum elime leyyn ? Sen beni ne zannettin? Paralarım adamı ben. Bu güne bu gün ‘deli kız’ diye adım çıkmış benim be! Lakin içimden de “ ulen ne numara çeviriyosun, tutacaksan tut elimi adam gibi” diye geçiriyorum bu arada. Tutsa yiyecek tokadı ama. İşte böyle bir dengesiz ruh halindeyim.

(Şimdi bunları okuyorsa ve kendisi olduğunu anlarsa, herif peşime düşecek “sen beni öpmek mi istiyordun, gel öpiiim ” şeklinde kovalayacak diye korkmuyor da değilim.)

Biz bununla, böyle küçük küçük, çaktırmadan kesişiyoruz aslında. Arkadaş ayağına, birbirimizin içine düşücez. Bütün şirket, bizim beraber olduğumuzu düşünüyor bu arada. Yok aslında böyle bir şey. Birlikte durağa yürümekten ve kursun kantininde sabahları gazoz içmekten başka aktivitemiz yok birlikte. Yüzüklerime bakarken bir kere de parmakları parmaklarıma değdiydi. Hepsi bu.

Bu arada şirkete yeni bir kız geldi. Lakin ona kız dersek, bize ne diyeceğiz bilemediğim cinsten, taş mı taş zilli. Bir gün birlikte yürüdük, asılmayan, laf atmayan adam kalmadı, o kadar havalı bi’ şey. Etek boyu dizin altına hiç inmeyen bu sarışın afetle bizimkinin aralarından su sızmıyor yalnız. Yemeğe iniyorum, bunlar kahkahalar eşliğinde yemek yiyorlar, sürekli fısır fısır bir şeyler konuşuyorlar. Kızın eli, omuzu, ve bilumum yerleri hep benim yavrunun sırtında. Ne zaman görsem dayamış kendini çocuğa, şuh kahkahalar atıyo haspa. Ulen biz daha elini tutmadık bu kadar tantanaya, kız üç günde yek vücut oldu bebeyle. E kızım, yemeyenin malını yerler. İşte sen de kalırsın öyle ortalarda. Neymiş; erkek milleti hafif yayvan kız severmiş. Bunu da anlamış olduk böylece.

Yok annem dedim kendime, sen yanlış tanımışsın işte bu adamı. O da herkes gibiymiş. Özel olan bi’ şey yokmuş. Gömeceksin maziye bu ilk aşk(!) acını, dindireceksin kalbindeki sızıyı. Daha şimdiden böyle onunla bununla fin.gir.deşen adam, yarın öbür gün sana çifte boy.nuz taktırır da kapılardan geçemezsin. Sen aldatılmayı hazmedebilir misin? Sevdiğin adamı bir başkasının teninde hayal etmek kadar ne acıtabilir ki canını?

Lakin bebe, beni gördüğü anda her şeyi bir tarafa bırakıp yanıma geliyor. Yemeğimi falan kendisi özel hazırlatıyor. E gözleri de böyle âşık âşık bakıyor. Bu ne yaman çelişki yahu! Ulen fırlamaya bak, saf, temiz ayaklarına yatıp, iki kızı aynı anda idare etmeye çalışıyor zahir. Yürüüü! Başka kapıya güzelim! Benim olan, yalnızca benimdir. Ya hep, ya hiç. Kimse bana yamuk yapamaz. Üstüne çizik atmak için, bir kalem darbesi yeter işte…

Sonra anlıyorum ki; yanılmışım. E beşer şaşar kardeşim. Yanılmışım ne edelim? Çocuğun gözü benden başkasını görmüyormuş meğer. Kör kütük aşık yavrucak. Lakin utangaç bebe, bir türlü imadan öteye geçip dökemiyor derdini.

Yine bir Cumartesi, kurs çıkışı bu beni durağa götürüyor. Ama bu sefer içimde garip bir his var. Onun da yüzünde garip bir ifade. Ikınıp duruyor. “Bi’ şey diyecem, diyemiyorum” kasılmasını hissediyorum yavruda. Ne diyecek acep? Adamda bacak boyu bir buçuk metre, lakin adımlar minicik atılıyor. Belli ki, yol uzatılmaya çalışılıyor. Anlaşılan o ki, niyeti bozdu bu sefer.

Eyvah diyorum. Sonunda açılacak köftehor. Eeee ne cevap vericem. Tamam, iyi çocuk, hoş çocuk, çok dürüst, mert, özü sözü bir, üstelik her bir haltını da biliyorum ben bunun. İçini dışını, ıcığını cıcığını öğrenmişim. Epeydir en yakın arkadaşım! Tamam, yüzü yüzüme her yaklaştığında öpmek istiyorum bebeyi. Her gördüğümde, külüstür otobüs çukura girmiş gibi içim hopluyor. Parmak ucunun elime değmesi bile yüreğimin yerinden oynamasına yetiyor. Kalbimin ritmini bozuyor bu tatlı serseri. ‘Aşk’ dedikleri de böyle bir şey olmalı. Yani insanın dengesini alt üst eden, bütün ezberlerini bozan, öyle abuk bi’şey…

Ama ya büyü bozulursa. Ya bu adamla aramızdaki bütün güzellikler, ortaya dökülenlerle birlikte yitip giderse elimden. Ben bu duyguyu seviyorum hem. Onu özlemek, hayal etmek, onun tarafından sevildiğimi hissetmek ve en önemlisi güvenebileceğin bir elin sürekli omzunda olduğunu bilmek… Ya bütün bunlar da uçup giderse. Hem hayatımda aşka yer yok ki benim.

Heyhat, korkunun ecele faydası yoktu. Eveleyip geveliyordu. İnsanın karşısına bazı şeylerin bir kere çıkabileceğinden, şanslı insanların bunu yakalayabileceğinden falan dem vuruyordu. Sonra benimle ilgili iltifatlar ediyordu. O kadar ciddiydi ki, sanırsın aşk-ı ilan etmiyor da birleşmiş milletler genelgesi okuyor. Bense mal mal çocuğa “Senin gibi bir arkadaşa sahip olduğum için çok şanslıyım, haklısın, çok doğru söylüyorsun” şeklinde karşılık veriyordum. Ya ben ne kadar öküz bi’ kızdım. Bi’ de millete çamur atıyordum, yok romantik değilmiş de, yok kütmüş de falan, filan…

Zavallı bebenin her girişimini, ustaca çalımlarla savuşturuyordum. (Lisedeki kadar salaktım hâlâ) Ne diyeceğini biliyordum (ya da öyle sanıyordum) lakin yokuşa sürmek, bunu duymamak için her türlü dalavereyi çeviriyordum. Aşıktım zannımca… Ama korkuyordum… Gerçekten…

Sonunda durağa geldik. Aracım da gelmişti. Tam arabaya binecekken “sana bi’şey söylesem kızar mısın” dedi. “Bilmeeem” dedim. O an duraktakiler, araçtakiler, herkes silinmişti. Bize bakıyorlar mıydı, duyuyorlar mıydı, hiç bilmiyorum. O an sadece ikimiz vardık koca dünyada. Gözlerimin içine baktı ve “evlen benimle” dedi. Afallamıştım. Tam araba hareket ederken “Tamam” dedim.

Ve bugün, yani 08.08.08 itibarıyla tam on altı yıldır evliyim o yeşil gözlü, güzel dudaklı sarışınla.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder