24 Aralık 2008 Çarşamba

MERHABAYIN YENİDEN veee MASAÜSTÜ GÖRÜNTÜM




Nülgüzar aplaaaa!

Hııı ne var gızııım, ne var guzuum...

Gel az gel, bak sana ne dedikodular verceem...

Abovvv, gızıım, biliyin, ben dedigoduyu heç sevmem, kamuoyunun merak ettiği gonuları aydınlatırım, hepisi o. Bir çeşit amme hizmeti beemkisi...

Bilmem mi aplacııım. Bak şimdi, bu İncegül manyaa var ya, hastaymış biliyon muu...

Anaaam, gız o hasta neyin olmaaz, bi yanlışın olmasın...

Yok aplam, yook. Elinde bi torba ilaçla eczaneden çıkarken görmüş bizim Mühimcan. Bana dedi, Haspanaz bebeğim, bu sizin manyak İncegül var ya, harbi manyak ha... Gitmiş bi dünya ilaç almış... Vuaaavvv, akşam ortamlara mı akacek ne... diye aplacıım.

Abbovvvv, hemi de ilaç gullanacak he mi? Vışşşş... Dimek durum ciddi.

He valla apla, eczacı da benim eski kırıklardan ya, ona sordum, hem bronşit olmuş, hem sinüzit.

Garda mı yatmış bu garı, ne etmiş bu kadar yaff.

Ay Nülgüzar apla, bilmiyon mu, yalın ayak, başı kabak, ay ben sevgi pötürcüğüyüm, amanda uç uç kelebeğim, yağmurlarda ıslanırım diye diye şemsiyesiz dolaşmıyo mu?

He vallah dolanıyur...

Sabahları duşunu alıp saçları kurutmadan, savura savura sahilden doğru yürümüyo mu?

He vallah yürüyur...

Hatun kendini, benim gibi çıtır falan zannediyo heralde... hahaaay...

He vallah zannediyur.

Kocası da her akşam elleri kolları dolu geliyomuş, meyve falan alıyomuş, hatta geçen akşam hediye paketiyle gitmiş eve diyolar...

Vah vah vahhh... Son günlerini mutlu geçirsin diye zaar. Bi de adama güt-müt diyurdu zalımın gızı. Bah adamcağız gözünün içine bakıyur.

Aman bırak apla ya... Nankör bu, nankör. Ahhh benim öyle kocam olceek...

Höööööyyyyyt..... Ulen cadılar, biraz boş bırakmaya gelmiyor ha. İşgal etmişsiniz hemen. Ben sizi buralarda görmeyeyim demedim mi ? Hadi yaylanın da parçalatmayın kendinizi, gamlı baykuşlar sizi...

Ah sayın okuyucum, bilemezsiniz neler geldi başıma. Bir ince hastalığa yakalandım ki sormayınız. Türkiye'nin en meşhur mütehassısları geldi de bir teşhis koyamadılar rahatsızlığıma. Sonunda dünyada bu hastalığı tedavi edebilecek tek bir doktor olduğunu ve onun da bir aşk acısı sonucu, mesleği bırakmış, kendini içkiye vermiş bir adam olduğunu öğrendik. Neyse ki minik yavrum, bütün sevimliliğiyle gözlerini devire, devire "amcacığım, ne olur, annemi yalnızca siz kurtarabilirsiniz" diye onu ikna etti de ben de aranıza yeniden dönebildim.

Sahalardan uzak kaldığım süre zarfında beni, gerek telefonla arayıp "dön artık, sen olmadan hiçbir şeyin tadı tuzu yok" diyen, gerek mail yağmuruna tutup "geri gelmezsen, toplu eylem yapar, hatta Taksim Meydanı'nda yürüyüşe geçeriz" diye kendini kaybeden, gerekse başlattıkları "İncegül bloona dön" imza kampanyalarıyla yoğun ısrarlarını esirgemeyen değerli halkıma, "İncegül hanım, ne zaman geliyorsunuz" diye röportaj isteğinde de bulunan basın mensuplarına teşekkürlerimi bir borç bilirim. (Hastalıktan değilse de, yalandan kesin gidecem ya neyse...)

Bu esnada bir mim daha geliyor yan masadan. Sevgili Bendeniz hanımefendi ve değerli bloglarından "masaüstünde ne var" yar koynuna bir çift güvercin konmuş... adlı güzel eseri hemen seslendirelim efenim. Şu anda masamın üstünde bi dünya evrak, bir fincan çay, kalem, çer-çöp var, diye iyyrenç bi espri yapmıyciim kuzum meraklanma. Masaüstümde kız kulesinin nefis bir görüntüsü var. İçinde öykülerim olan bir klasör ve köy resimlerimin olduğu bir klasörden başka bana ait hiçbir şey yok. Yavrularıma ait tümüyle. Ben fedakar ve cefakar bir anneyim. Ağşamınan fotoğrafını da çektirip koyacam, şimcilik şeker kız ile onun bir türlü vuslata eremediği yakışıklı sevgilisinin resmiyle idare ediverin... Demiş idim ama gördüğünüz gibi resmi de bi koşu ekleyiverdim. Ah ne becerikli bir hatunum yahuu!

Efenim ben buralardayım, şimdilik... Yine görüşürüz... Şimdi gidip şu zümüklerimi sileyim. O arada mimi de Perilime gönderivereyim.

13 Aralık 2008 Cumartesi

NAZLA BENİ AZICIK







Hiç nazlı bir hatun olamadım ben.

Oysa anneciğimin biricik kızı, kara kuzusu, kimselere yakıştıramadığı nadide çiçeğiydim.

İt gibi koşturup yorulsam da yorgunum diye ayağıma kadar hizmet beklemedim. Üst raflara yetişemiyorum diye uzun boylu erkek vatandaş aramadım. Zira bu minik halimle mutfak tezgahının üzerine bir şempanze misali tırmanıp sonra oradan düşüp çanağı çömleği kırdığımda, belimden aşağısı mosmor aylarca gezdiğimde bile şikayet etmedim.

Hastayken de kendi işimi kendim gördüm, kimseden yatağıma kahvaltı beklemedim. Azıcık burnu aksa yatak döşek yatan narin hatunlar gibi, kocayı maymun etmedim etrafımda.

İki çocuk doğurdum, hamile kaprisi yapmadım. Son günüme kadar evimin işini kendim yaptım. Karnım burnumun dibinde cam silerken, pencere ile burnum arasına sıkışan bebemin tekmeleri ve o sırada bana gelmekte olan arkadaşımın beni o halde görüp aşağıdan doğru “manyak karııı, allaaan geri zekalısııı, madem cam silinecekti, niye alo demiyon da tırmanıyon oralaraaa? Düş, geber. Sana acırsam namerdim. O yavrucağa üzülürüm” şeklindeki dostça ve nazik yaklaşımlarıyla kendime gelip bir daha çıkmayacağıma yemin ettirilmek suretiyle bundan vazgeçtim.

Aş erme neymiş, insanın canı gece bir şey ister de milleti sokaklara döker miymiş bilmedim.

Bir kış günü, rüyamda çilek gördüğümü anneme söyleme gafletinde bulunduğum ilk hamileliğimde, babacığım gidip bulmuş, bembeyaz çilekleri getirip bana vermişti. Sabahın kör saati işe gitmeden aç karnına hepsini lüpletince yollara pempe pempe kusturuvermiştim. Bir onu bilirim.

Bir de yine o dönemlerde, annemlerde yemekteyken, şöyle serin serin bir karpuz olaydı ne güzel giderdi demiştim de yine babacığım kabak bir karpuz bulup buluşturmuştu. O buz gibi kış günü serin karpuzu ne edecektim? Neden böyle bir şey söylemiştim? Ve bundan on altı yıl evvel, insanlar kış günü yaz meyvelerini nereden bulacaklardı bunları bilemiyordum. Sadece o an öyle ağzımdan çıkıvermişti.

Sonrasında hep dikkat ettim ki canım bişey çekmesin. Çekse de ağzımdan kaçmasın. Aş erdiğimi zannedip benim için bulmaya çalışmasınlar. Zira insanın canının bir şey çekmesi için illa da hamile olmasına gerek yoktur.

Kapris yapmayı hiç bilemedim. Mağazada, kuaförde, orda burda kendileri yerde, burunları gökte olan insanlara da anlam veremedim. Manasız geldiler bana. Onlar gibi manasız olmak istemedim.
Hep nazladım karşımdakini, asla nazlatmadım, pohpohlatmadım benliğimi. Oysa ben annemin vadideki zambağı, siyah lalesi, erişilmez kardeleniydim..

Poşetimi, çantamı tek başıma taşıdım hep. Ellerim acıdı, omzum çöktü kimi zaman, yine de yükümü kimseye yükletmedim. Kendim, kendime bile ağır gelirken bazen, kimseyi yüksündürmek istemedim.

Yapmayacaklarından değil, kıyamadığımdan. Karşımdakine değil kendime kıymak daha kolaydı çünkü. Ben bana küsüp, darılmazdım. Ben beni anlardım. Ben beni, onları sevdiğim kadar sevememiştim çünkü.

Oysa ben annemin nazlı ceylanı, koklamaya kıyamadığı gül goncasıydım. Ona sorsan ben tahtımda oturup, başımdaki tacı düşürmeden taşımaktan başka hiçbir şey yapmadan yaşamalı, sarayımdaki hizmetkarlara emirler yağdırmalıydım. Çünkü ben annemin güzel gözlü, minik prensesiydim.

Oysa rollerimizi annemiz değil, hayat belirliyordu.

Sitemim, serzenişim yok kimselere. Şikayet de değil. Belki bir iç döküş. Bu gün nedense içim darlandı biraz. Yorulduğumu hissettim sanki. Yüküm sanki biraz daha ağır geldi bugün. Sanki omuzlarımda dünyanın tasası, hayat çok üzerime geldi bu gün.

Bu gün nedense nazlanmak istedim biraz. Biraz pohpohlanmak, biraz kapris yapmak. Onu yemem, bundan pişir demek istedim. Çocuk muzurluğuyla şakalar yapmak, sonra kahkahalarla ağlamak istedim. Biraz da şımartılmak.

Yargılamadan, yorumlamadan en önemlisi yanlış anlamadan dinlemesini istedim birilerinin beni. Yaslanacak bir omuz, saçlarımı okşayacak bir el istedim. Bu gün hiç hesapsız, çıkarsız, olduğum gibi, sonsuz ve sonsuz ve sonsuz ve sonsuz sevilmek istedim.

Anneee, babaaaa dönün artık yaa...

4 Aralık 2008 Perşembe

SİZE ANA DİYEBİLİR MİYİM...


Otuz dokuz derece ateşliyken gidip odanda sessiz sedasız uyumak varken, salondaki kanepede zıbarıvermenin yan etkisi nedir biliyor musun sayın okur? Halüsinasyon! Evet, evet, tam da bu işte! Hele acele etme, anlatıcam elbet.

Ben gözlerim yarı açık, yarı kapalı, her türlü kötülüğe karşı tam savunmasız, gariban, öksüz, zavallı, hasta halimle, üzerimde battaniye, ter, her bi yanımdan ağır ağır süzülmekteyken, Nurü Yalço, en şehvani bakışlarını kuşanmış, elindeki taylot kadehini uzatıyor bana. “Nal” diyor, “senin için kaynattım, nihohahahaaaa…” Yanıma doğru iyice yaklaşırken, ropdöşambrının cebinden çıkardığı hapı üzerinden dumanlar tüten kadehin içine bırakıveriyor. O anda, “o elindeki zıkkım insanı zaten yarı baygın bir hale getiriyor, daha niye içine ilaç atıyon salak” diye düşünsem de bunu söyleyecek takatim yok. Çaresiz alıp içiyorum.

Tam da bu sırada, ne zaman aldığımızı hatırlayamadığım piyanonun başında, koca g.tüne zorla tıkıştırılarak giyildiği belli olan, pilili mini eteğini çekiştirerek “demiyciiim işte, vursan da öldürsen de ona anne demiyciiim” diye çemkiriyor kırmızı rujlu esmer küçük kız. Demezsen deme beee! Manyağa bak! Çok meraklıydım sanki… Ukalaa… Ne bağırıyon dimi? Peki bu mutfaktan gelen sesler de ne? Birileri höykürüp duruyor. Bir tanesi “bu yengeç çorbası hiç başarılı olmamış Suzidil, üstelik ahtapotun kıllarını da iyice tıraşlayamamışsın güzelim, sana bu yüzden bir puan vericim” diye yırtınırken, ötekisi “ay bu sofrada Nepal mor hindibasıylan, Papuayenigine mısır koçanı yok, o yüzden puanını kırdım şekeriim” diye bas bas bağırıyor.

Gözlerim beni yanıltmıyorsa, şu başımda terimi silen herif Murro… Ulen saçını başını uzatmış, bir de küpe takmış ki pırlanta… İçindeki gotik sevgisine lanet okuyor. Ortalıkta bir sürü mavi gömlek, krem rengi pantolonlu hatun oradan oraya koşturarak neşe içinde temizlik yapıyor, güççümen emrayh “hımmmm… benim anamın hiç kosla oksi ekşın meni olmadı ki amca” diye ağlıyor. Acur, kitaplığımı boşaltıp yerine mavi, kırmızı, yeşil, sarı renk renk kutular yerleştiriyor, bu sırada Hasbi Bey, koca kişisine son teklifini yapıyor. “Verelim sana Keristinayı, daha uğraşma bu pisikopat hatunlan. Yarışmaya katıldığı gün rehin aldıydık kendisini. Elimizi öpene beş milyona veririz ama sen yabancı değilsin, sana bi tekliğe olur.” Diyor. Benimkisi pişmiş kelle… Hiç düşünmüyor o kadar parayı nerden bulacam…

Ah işte! Geldi cesur erökooo! Şimdi atacak beni atının terkisine, kurtaracak bu viral cehennemden. Sana da keristinayla mutluluklar dilerim koca kişisi. Ama heyhat, tam elimi uzatıp tutacakken, kış, kıyamet, belinden şambreli, k.çından mayoyu çıkarmayan embesil kız, “tatilden vazgeçmiyciiim, cesur erökooo, sigortala beniii, hemen bu kış günü denize atliyim de bi taraflarım buz kessiiin” diye böğürüyor. Çok sıcak… Perdeyi aralayıp sokağa bakıyorum. Rıza baba, Adanalıyı evlat edinmiş, kendi ekibine almış, bizim evin önünde havaya ateş ediyorlar. Beni parmaklıklar ardına atacaklar, sonra da ipsiz recepe ip eğirme işi yaptıracaklar. Çok korkuyorum. Ağlamaya başlıyorum.

Birden karanlıklar içinden bir ışık peydah oluyor. Evet, işte yolun sonu. Şu meşhur ışık göründü. Şimdi b.ku yedin kızım. Gitmez misin doktora, olacağı buydu işte. Hadi bakalım son duanı et. Sonra birden yanağıma tatlı bir öpücük konuyor. Kocaman kara gözlerinde alışık olmadığım bir hüzünle kuzum bana bakıyor. Yanaklarımdaki teri silip saçlarımı okşuyor. “Korkma bebeğim” diyorum. “Annen hiç sizi bırakıp bir yere gider mi?”

27 Kasım 2008 Perşembe

MİM MİM MİMİ MİMİ HANIM...


Ah benim güzel okuyucularım! Yoğun ısrarlarınıza “ah bize bir yeni yazıııı” diye inlemelerinize daha fazla dayanamadım ve hasta yatağımdan kalkıp sizin için, sızlayan parmak uçlarıma aldırmadan, kâh o harfe, kâh bu noktalama işaretine basıp duruyorum bu gece vakti. “Ne işin var hasta hasta bilgisayarın başında, git yat zıbar da iyileş bir an önce, manyak mısın be hatun!” Dediğinizi duyar gibiyim benim duyarlı ve de sevgi dolu okuyucu kitlem. Lakin mimine yandığımın dünyasında, gün geçmiyor ki yeni bir mim dalgası hepimizi uçsuz bucaksız evrenin sonsuzluklarında bir o yana bir bu yana savurmasın, gün geçmiyor ki bir mimin kolundan ötekine kızıl bir yaprak gibi titreye titreye düşmeyelim. O kadar çok mim geçti ki elimden şu âlemde, yakında mahallede adım çıkacak diye korkmuyor da değilim.

“Anaaam, gız Haspanaz, aha bunun bööle, aile gadınıyım, yavrılarımın anasıyım pozlarına bahma heç. Benim oğlan geçen, teceviz sahneleri ararkene, sitesini mi neyini bulmuş, günahı boynuna habire mimliyolarmış bunu gııız.”

“Aboooovvv! Sahi mi diyon Nülgüzar aplaaa… Ay bi de utanmadan dolanıyo ortalardaaaa… Boyundan büyük oğlu var ayoll… Yazıklar olsun bunaaa…”

“Haspanazııımm, gene benden duymuş olma yavrıııım… Bi de takma ad koymuş kendüne tikimin gonca gulü müymüş neymiş…”

“Ay aplaaa, hakketen utanmazın biriymiş. Hayır bi de bana akıl veriyodu geçenlerde; yok efendim ayda iki sevgili değiştirilmezmiş miş, yok efendim o yanımda dolanan Isırcanla, Batırcan pek tekin tiplere benzemiyomuş muş, yok bana Osurberk’den koca olmazmış da… Felan, filan işte… Kendine baksııın bi kereem…”

Dağılın lan Nülgüzar cadısıyla, Haspanaz kaşarı. Yoldurmayın kendinizi durduk yerde.
Tatlıkuzum, yeni evinden bana hediye olarak “takıldıklarınız, uyuz olduklarınız” mimi göndermiş. Ben de paylaşıyorum şimdi. Haydi sıradaki mimimiz hale lale jale ve de bütün mahalle için gelsin. De haydiii:

Daha önceki nadide bir mimimizde cevapladığım gibi düzen, nizam, intizam üzerine hastalıklı bir karakterim ben. Şimdi bu şahsiyeti, koy üç tane dağınık, pasaklı, vurdumduymaz-kör ayvaz adamla aynı eve… Koydun mu? Heh işte; Şimdi bir de bu hatunun ruh sağlığının yerinde olmasını bekle. Bekledin mi? Yok sen bana bakma ve sakın bekleme. Ah anacım, insan kolayına manyak olmuyor ki.

Karşıma oturt şöyle kokoş, yüzünde bir kilo makyaj, kılık kıyafet yerinde bir hatun, boş boş konuşsun. Ben şöyle harikayım, böyle mükemmelim, kolejler bitirdim, kitaplar hatmettim… Ve daha neler. Sonra bunun çocuğu da ortalıkta beslemeler gibi dolaşsın, sümükleri birbirine karışsın, ortalığı darmaduman etsin, bu arada hatun, sanki hayatında doğum yapmamış gibi, hiiç oralı olmasın, hala konuşsun. Ama hala boş konuşsun. Şimdi de benden kalkıp bu kadının o röfleli, yeni fönlenmiş saçlarını yolmamamı, dudağındaki bir kilogram kırmızı boyayı bütün yüzüne dağıtmamamı bekle. Yine mi bekledin? Amma da safsın sen yahu.

Şimdi ben, şahsım için çok önemli bir konuyu sevdiğim biriyle konuşuyorum farz et. Diyelim ki bu en sevdiklerimden biri, yani koca kişisi olsun. Ben gözlerinin bebeğine bakarak heyecanlı heyecanlı anlatırken, bu herif gözlerini bir an bile olsa kaçırıp televizyona, pencereye, duvara, ya da ne bileyim o anda Adriyaana Liyma gelmiş bizim eve diyelim ona dahi kaydırsın. (Ki normal zamanda, bakmasa kızarım) Sonra benden çıldırmamamı, bretim pitimin tipini kaydırıp noterdaymın gamburu şekline sokmayı hayal etmememi, duvardan duvara çarpıp bütün kemiklerini kırmak istemememi, etlerini lime lime doğrayıp kuru fasülyeme katık etmeyi arzulamamamı bekle. Bekliyor musun? E artık beklemiyorsundur herhal.

Günün yirmi beş saati it gibi koştururken, dinlenme için kendime ayırdığım yarım bilemedin bir saat içinde, tam da böyle keyifle uzanmış bir şeyler okumaya çalışırken, ya de ne bileyim öyle boş boş tavana bakarken, yavrılarımdan birinin, üstelik tam da yanında bir sürahi dururken, “anneeee su verir misiiin” şeklinde böğürdüğünü hayal et. Ettin mi? Pekiyi şimdi benim bu yavruyu bacaklarından tutup pencereden sarkıtmamamı, ensesinden portmanto kancasına asmamamı, kulaklarına parmak sokmamamı bekle. Bekliyon mu? Çoook beklersin canım.

Şimdi gidip biraz yatmalıyım. Şu İsviçreli bilim heriflerine söyleyiverin de gribe bir çare bulsunlar anacığım. Haydi kendinize dikkat edin. Gözle bile görülmeyen aptal bir virüsün esiri olmayın sakın. Aman da ben yandım siz yanmayın canlarııımmm...

Şimdilik bu kadaaar... Görüşürüz sayın okur… Belginciğim haydi canım mimlendin. Dikkat et de mahalleli görmesin.

21 Kasım 2008 Cuma

PEMBE ELDİVENLER MASALI


Sonbahar çoktan bohçasını toplamış, kış, elinde bavulu kapıdan girerken, İstanbul’un ayaza çalan sabah serinliğini pek severim. Gecenin sisi daha kalkmamıştır şehrin üzerinden; bir ince tül gibi efil efil uçuşur. Esmer gövdelerinin olanca güzelliğiyle bir o yana bir bu yana dans eder yarı çıplak ağaçlar. Deniz bazen yalpalayıp dalgalansa da çoklukla dingindir. Bir duru genç kız gibi ürkek… Yeşil saçlarına çiğ damlamıştır toprağın. Akşam sefaları henüz boynunu bükmemiştir.
Ama ortalık kararıp da ışık el ayak çekince sokaklardan; bu şiirsel tablonun silinme vakti gelmiştir. O zaman, sabahın o büyülü, soğuk güzelliği gider, lanetli bir hayalet gibi, gösterir kara yüzünü kış. Çile olur. Can yakar. Üşütür. Hele de içinde sobası yanan bir odada, kardeşlerinle koyun koyuna ısınma ihtimalin yoksa… Gecenin kara basanları üzerine çullanırken, seni saklayacak bir çatı hiç olmamışsa…

İşte böyle karanlık, soğuk sokakların çocuğudur Ahmet. Kimi bir duvar dibinde; şanslıysa, bir bankamatik kabininde kıvrılıp direnir gecenin iliklerine işleyen ayazına. Bazen yağmur, bazen kar olur yağar üzerine hayatın erken yükü. Kızarmış burnu, titreyen dizleri bir yana da en çok elleri üşür çocukların böyle zamanlarda. “Annem olsaydı…” diye geçirir içinden Ahmet. Bir de yüreği üşür.
---------------------------
“Kalk hadi, küçük tembel! Uyanma vakti.”

Ahmet uyuşmuş dizlerini kıpırdatmaya çalışırken; bir yandan da sabahın ilk ışıklarıyla kamaşan gözlerini ovuşturdu. Tepesinde dikilen Hikmet’e baktı. Boyu olduğunun iki katı görünüyordu sanki. Daha çok erkendi. Sokağın ayak sesleri duyulmaya başlamamıştı bile. Yine de o gün kısmetlerine düşen işi yapmak, rızkı ne kadarsa ekmeğini kazanıp yemek gerekti. Genelde taşıma işleri yaparlardı. Bazen boyundan büyük çuvalları sırtlanır, kimi de alışverişini yapmış bir hanım teyzenin poşetlerine yardım ederler; aldıkları harçlıklarla karınlarını doyururlardı. Ama kış günü en güzel iş mendil satmaktı. Burnu akmayan yok gibiydi bu mevsimde. Hoş burnu akmasa da Ahmet’in bebek yüzünde ışıldayan kocaman kara gözleri, minicik elleri kimin yüreğinde merhamet uyandırıp bir paket almasını sağlamazdı ki? Bazısı da “Haydi bakalım yaylan, duygu sömürüsü yapma!” Diye kovalardı yanından. E, her kişi bir olmuyordu. Her tür insan geçerdi sokaklardan.

Arada bir de caddenin kalabalığından arta kalan ganimetin içinde, kazara düşürülmüş on-yirmi lira bulurlardı. O zaman bayram ederlerdi işte. Döner bile alabilirlerdi. Oysa çoğu kez önünde satış yaptığı dükkanın camekânında, bu lezzetli yiyeceğe iç geçirerek bakardı Ahmet. Hainler, çocuğun yutkunarak baktığını görürlerdi de insaf edip bir lokma tattırmazlardı. Her tür insan vardı işte. O kadını düşündü birden. “Ne kadar da yumuşak, nasıl güzel bir yüzü vardı.” Çocuğu için aldığı eldivenleri, onun mora çalmış ellerine giydirirken tıpkı bir anne gibi bakmıştı yüzüne. Sahi anneler nasıl bakardı? Bilmezdi ki Ahmet.

“Hadi oğlum, uyan artık sen de! Tabii bulmuşsun mis gibi bankamatiği keyif çatıyorsun.” Dedi Hikmet. Bir yandan küçük çocuğun yırtık pabuçlu ayağını dürtüyordu. “Bu gün mendilleri çabucak bitirmeliyiz. Çocuklar akşam acayip bir iş ayarlamışlar, çabuk kalk da anlatayım sana.”
-----------------------


“Mezarlık mı?” Dedi Ahmet, simidinden bir lokma daha ısırırken. “Ben korkarım Hikmet abi.”
“Oğlum korkacak ne var ki?” Dedi. “Onlar yapacaklar zaten işin çoğunu, biz sadece yardım edeceğiz. Çocuklar belirlemişler açılacak mezarları. Birkaç saatte tamamdır. Bir sürü paramız olacak lan! Sabah simidin yanına şöyle en sarışınından eski kaşarla, bir bardak çay bile alabiliriz oğlum.”
“Ben gelmesem?... Ölülerden çok korkarım.”
“Olur mu hiç? Bunca zaman yanımdan hiç ayırdım mı seni? Hem hepimiz öleceğiz oğlum bir gün! Ölüden korkulur mu hiç? Ölüden zarar gelmez; asıl diriden koruyacaksın kendini!”

Sahi ölecekler miydi günün birinde? Çocuklar ölmezdi ki! Çocuklar yaşarlardı inadına. Güler, ağlar, oyunlar oynar ama illa yaşarlardı. Sonra büyür, yaşlanır ve en sonunda; belki ölürlerdi. “Hem mezarlıkta ne işimiz var ki bizim?” Diye fısıldadı. O çocukları zaten hiç sevmezdi. Hikmet Abi’si de sevmezdi. Nereden çıkmıştı ki bu şimdi? Akşam olmasını hiç istemiyordu.

------------------------

Karanlık ve soğuk iyiden iyiye kaplamıştı şehrin üzerini. Yumuşak toprak altından kayıyordu Ahmet’in. Ayağının altında yüzlerce çürümüş ceset olduğunu hatırladıkça yürümesi güçleşiyor, yüreğini tarif edilmez bir duygu kaplıyordu. Bir tanesi yattığı yerden fırlayıp üzerlerine atlayıverse; ne yapacaklardı? Gündüz gözüne bayram ettiren türlü çeşit ağaç, sanki üzerine devrilecek gibi, ürkünç birer canavara dönüşmüşlerdi. Titriyordu. Korku, kıştan da soğuktu şimdi; iliklerini donduruyordu. Sıcacık yatağında yatan çocukları düşündü. Çıtırdayan bir sobanın yamacında, koyun koyuna uyuyan kardeşler hayal etti. Hikmet ve kendisi bile olabilirdi bunlar. Omuzları üşümesin diye yorganı yukarıya çekiyordu anneleri. Eldiveni ona veren kadını ve o arife gününü hatırladı yeniden. Kızı nasıl da şımarıklık etmiş “Benim onlar!” Diye yaygara koparmıştı. Oysa bir sürü poşet vardı ellerinde. Belli ki bayram için alışveriş yapmışlardı. Üstelik kızın mantosu, atkısı, eldivenleri de tam takımdı. Kadının gözleri ne kadar da güzeldi. Yavaş yavaş içinin ılıdığını hissediyordu Ahmet. Neredeyse mezarlıkta olduğunu bile unutacaktı. “Keşke benim annem olsaydı.” Dedi usulca. “Onu hiç üzmezdim.” Sonra, cebinden çıkardığı pembe eldivenleri giydi. Dalga geçerlerdi ya; neyse! Elleri çok üşümüştü.

Birden anlamlandıramadığı bir karışıklıkla kendine geldi. Oldukça geride kaldığını da o anda fark etti. Hikmet ve diğer çocuklar epeyce ilerlemişler, tepede bir yerlerde yüksek sesle tartışıyorlardı. Neden bağrıştıklarını anlamaya çalışıyordu. Hikmet’in sesini duyuyordu en çok. Belki en bildik ses olduğundan, sadece o yer etmişti kulaklarında. Sonra hiç tanımadığı sesler de duydu. Öylesine karanlıktı ki hiçbir şey göremiyordu. Seslere doğru yürümeye başladı. Hızlanmak, koşmak istese de yırtık pabucundan dolan soğuk, ayaklarının hareket etmesini engelliyordu. Yine de onlara yetişmeliydi. Kavgaysa; kavga… O da pekala dövüşebilirdi. Küçüktü belki ama güçlüydü. Kolay mı; sokaklarda bunca zaman geçirmişti. Hem Hikmet Abisi yıllardır ona kol kanat germemiş miydi? Şimdi destek sırası kendisine gelmişti.

“Ahmet, kaç buradan! Çabuk git!” Diye bağırıyordu Hikmet. “Git çabuk!” Hiç istemese de onu dinlemeliydi. Bu güne kadar sözünden hiç çıkmamıştı. Git diyorsa; bir bildiği vardı elbet. Gerisin geri var gücüyle koşmaya başladı. Orada neler olduğunu Hikmet Abisi sabah olunca anlatırdı nasılsa. Yine başına dikilir “Kalk bakalım tembel!” Diye gülümserdi. Hatta “Yine giymişsin o kız eldivenlerini.” Diye dalga bile geçerdi. Koştu. Korkusunu geceye yoldaş edip olabildiğince hızlı... Hikmet’in inleyen sesi kulaklarında çınlıyordu şimdi. “Yok canım” Dedi. Bir şey olmamıştı ona. O sapasağlam gelecekti yine. Sabahın en temiz, en el değmemiş zamanlarında, susamlı, çıtır çıtır bir simidi bölüşmek için uyandıracaktı onu. Hatta yanında en sarısından eski kaşar bile olacaktı. Bir bardak da sıcak çay…

Yumuşak toprak ayağının altından kayıyordu. Soğuk, bir kara düşman gibi zulmediyordu çelimsiz bacaklarına. Ardından gelen ayak sesleri bir ölüye ait olabilir miydi? Kızgın bir hayalet, kendisini takip mi ediyordu yoksa? Ne demişti Hikmet; “Ölülerden kimseye zarar gelmez!” Ya bu kez yanıldıysa?... “Keşke annem olsaydı o kadın. Şimdi tekmelediğim yorganı üzerime örtüyor olurdu belki de. Omuzlarıma çekerdi sonra. Bir de öpücük kondururdu saçlarıma. Hem ben onu hiç üzmezdim ki. Şımarıklık da etmezdim.” Ayak sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Nereye gittiğini bile bilmeden, olabildiğince hızlı koşuyordu Ahmet. Bu ıssız ölüler şehrinden çıkıp kalabalığa karışabilseydi; ışıl ışıl caddede, yaşamın içine bir dalabilseydi. Gücü iyiden iyiye tükeniyordu. “Keşke bir parça daha ekmek yeseydim.” Diye düşündü. Sonunda küçücük ayakları, bu kaçışa daha fazla direnemedi. Yüz üstü kapaklandı yaşamsız toprağın üzerine. Onun sonsuz, yumuşak koynundaydı şimdi. Hiç yadırgamadılar birbirlerini. Hikmet Abi’siyle birlikte sıcacık bir yatağa uzandıklarını hayal etti. Bıraktı kendini karanlığın kollarına. Korkusuzca. Gece kanlı bir yorgan gibi örttü minik bedenini. Sıcak bir el sardı yüreğini. Uyudu Ahmet. Elleri üşümüyordu artık.
-------------------------

İstanbul’un ayaza çalan serin sabahlarını kim sevmez ki? Esmer gövdesinin olanca güzelliğiyle bir sağa bir sola salınarak dans eder yarı çıplak ağaçlar. Deniz bütün renkleriyle rüzgarı selamlar. Simit kokuları, sıcak çayın buğusuna karışır. Sonbaharın bohçasından dökülen son yeşillerin arasında, çöpçüler, gecenin karanlık artıklarını süpürür sokaklardan.

Sıcacık bir evde, bir anne, kızının pembe atkısını sarar boynuna. Televizyonda, bu sabah çöpte, parçalanmış halde bulunan iki çocuğun haberi verilir. Kimse bahsetmez pembe eldivenlerden. Göz ucuyla ekrana bakan anne, kızına, elleri de yüreği de üşümesin diye onların bir eşini giydirir. Sonra, gönül rahatlığıyla servise bindirir ve salar; temizlenmiş sokaklara.

Günün Notu: Tüm çocukların, “Dünya Çocuk Hakları Günü” kutlu olsun. Ve dilerim bir gün bütün çocuklarımızın yüzünde gülümseme, kalbinde mutluluk olsun.

19 Kasım 2008 Çarşamba

VE ADAM... VE KADIN... VE YAĞMUR... VE KEDİ...



Sonbaharın turunç renkleri bir bir griye dönerken, iskelede oturmuş İstanbul’un kışa kesilmesini seyrediyorum. Elimde, bir zamanlar az daha büyük göstersin diye başladığım sigaram. Uzaklarda bir vapur feryat ediyor. Başımın üzerinden martılar geçiyor. Yağmur önce usul usul, sonra tutkuyla öpüyor Boğaz’ın solgun, yeşil gözlerini. Kıpır kıpır oluyor yaşlı, hayran olunası kızın kuleye kilitli yüreği. Ancak âşıkların görebileceği bir ışıltı var bu puslu manzarada; görüyorum. Dilimde acemaşiran bir bestenin hüzünlü nameleri…

Bir balıkçı, nasırlı elleriyle ipini çözerken mavi teknesinin, acıyarak yüzüme bakıyor. İhtimal ki “Deli zahir” diyor. “Değilse, bu yağmurda, bu soğukta, ihtiyarın işi ne sabah sabah burada?” Çırılçıplak kalmış ağaçlar gibi titriyorum. Elimdeki yumuşak, kaygan kumaş parçası yüzüme değiyor. Saçlarının kokusu karışıyor iyot ve yosun kokusuna. İnce belli bir bardakta tavşan kanı çay oluyor kızıllığı; ısınıyorum.

Ayaklarımın dibinde bir kedi ağlıyor. Sırılsıklam olmuş, donmuş yavrucak. Kucaklayıp paltomun altına sokuyorum. Minnettar gözlerle bakıyor kırışmış yüzüme. Belli ki kimsesi yok. Şimdi birlikte seni bekliyoruz. “Belki” diyoruz. “Bir umut...” Vapur giderek yaklaşıyor. Mavi tekne gözden kayboluyor. Bu sırada iskelede birer ikişer yolcular birikiyor. Birazdan sahil iyiden iyiye kalabalıklaşacak. Gitmeler gelmelere karışacak. Sen de gelsen. Hiç değilse şu emanetini almaya...

Mevsimlerden gençlik, hava alabildiğine bahar. Kedi ağlamıyor artık. Vapurdan iniyorsun. Beyaz, topuklu pabuçların, incecik bileklerinin altında eziyor sahili. Ilık bir rüzgar havalandırıyor allı-morlu elbisendeki tüm desenleri. Ortalık çiçeğe kesiyor birden. Uçuşuyor menekşe, gül, hanımeli. Her yan mavi, beyaz, hercai… Her yer sen oluyor. Narin boynundaki safir kolyeden de berrak gözlerin… Öyle mağrur ve umursamaz bakıyorsun ki dünyaya. Ben zavallı, genç, aşık… Koşup ellerine sarılmak, haykırmak istiyorum; yapamıyorum. Uçuşuyor haleli kızıl saçların. Buklelerinin kıvrımlarına yüreğimi hapsediyorum.

Ben bir sevdalı bakışa, bir umutlu gülüşe genç ömrünü vermeye hazır, bıyıkları yeni terlemiş mektepli oğlan… Her Cuma, o vapurdan salınarak inmeni bekliyorum. Az daha büyük göstersin diye; elimde sigaram. Sen iskeleden çıkıp babamın dükkanına, tiril tiril esen kumaşlar seçmeye... Ben bir garip gölgeyim peşinde; görmüyorsun. “Çiçeği bolca olsun!” Diyorsun. Çoğunu rüzgara katık edip sahile dökeceksin nasılsa. Sonra, geldiğin esintiyle geri gidiyorsun. Önümden geçerken, yokmuşum gibi, yanmıyormuşum gibi… Her zerrem sana tutkun değilmiş gibi; umursamaz… Dudağının kıyısında haylaz, pembe bir gonca gülümsüyor. Hatırıma saçlarının kokusunu bırakıyorsun. Sen yine gelene kadar avunayım diye belki.

Yıllardan kavak yeli, bahar alabildiğine zalim. Ah o vapur! Bir hain zıpkın saplanıyor bedenime. Gümüş hareleriyle güzel, turuncu bir balık ölüyor. Boğaz kan-revan... Hoyrat bir rüzgar bütün çiçekleri denize döküyor birden. Kanıyor menekşeler. Maviler hızla kızıla dönüyor. Kalbimi bağladığım saçların kadar kızıl… Can yanığı şarkılar söylüyor dilim. Hüzünlü bir acemaşiran ağlıyor.

Ardından uzanıp omzuna dokunan el benim olmalıydı oysa. Yanındaki altın saçlı çocuk bizim oğlumuz… O safir kolyeyi ben takmalıydım gül beyazı boynuna. Ah, sevdiğin ben olmalıydım! Kıskançlık kasıp kavuruyor benliğimi. Bir alev topu olmuş, yakıyor ha yakıyor. Çelimsiz bedenim kaskatı şimdi. Eline bir başka el uzanıyor. Öfkem, acıma karışıp parmaklarımın ucundan sızıyor. Rüzgar üzülüyor halime, kendince bir iyilik yapıyor. Hınzırca önüme düşürüverdiği saç bandını, bir hırsız gibi, gizlice cebime atıyorum. Kimsecikler görmüyor. Yalnızca kedi ve sen... Utanıyorum. Sen ise yine mağrur… Saçlarının kokusunu bırakıyorsun avucuma. Haylaz, pembe gonca, kıvrılıp güle yazmış. Eteğinin ucundan bu kez sarı hüzün çiçekleri dökülürken, ben paramparça olmuş gözlerimle son defa, gidişini(zi) seyrediyorum. Beyaz, topuklu pabuçların yüreğimi eziyor.

Şimdi İstanbul, ömrüm gibi kışa teslim olurken, sonbaharın turunç renkleri bir bir siyaha dönüyor. Koynumda hâlâ titreyen kedicik. İhtiyar ellerim üşüyor. Vapur, kulağımın dibinde tiz bir çığlık koyuveriyor. Yabancı kalabalık telaşta. Gitmeler, gelmelere karışıyor. Kimsesizliğimin koluna girip insan yığınının arasından sıyrılıyorum. Yağmur, yüzlerce yıllık bir aşkın tutkusuyla öpüyor Boğaz’ın solgun, yeşil gözlerini. Ellerimde ipek saç bandın… İyot ve yosun kokusu saçlarının kokusuna karışıyor. Usul usul içime çekiyorum; avutmuyor.

Bu gün Cuma. Yine gelmedin. Haftaya kedi ve ben, bu âşık denizin kıyısında bekleyeceğiz. Söz veriyorum sevgilim, eğer gelirsen; emanetini geri vereceğim. Ve sonra öleceğim.


Atölyemizdeki fotoğraf, nacizane böyle dile geldi benim için. Kabul ediniz.

17 Kasım 2008 Pazartesi

NE ALIRSAN Bİ' MİLYON


Kadın milletinin yüzyıllık tutkusudur alışveriş. Bazen gerçekten ihtiyaçtan, çoğu da günün birinde nasılsa lazım olur mantığıyla alınsa da genelde amaç, hatunun içsel huzuru yakalaması, ruhunu günlük hayatın kirinden pasından arındırması, kalben ve fikren zirve yapmasıdır, ki bu da zorlu yaşamında bir çeşit motivasyon olacaktır kendisine. Para verip mutluluk satın alır bir nevi. İndirimden alınan ve asla kullanılmayan ıvır zıvırı köklü temizlikler sırasında siyah ve battal boy çöp poşetlerine doldurup içi sızlayarak attığı da görülmüştür çok zaman. Ama olsundur, bunu bilmek bile bir kadın kişisini yıldıramazdır. Bu türün en belirgin özelliği ve vazgeçilmezidir alışveriş.

Birkaç yıl evvel hayatımıza giren, ne kadar kalitesiz Çin malı zımbırtı varsa bir araya toplanıp ‘ne alırsan bi’milyon’ mantığıyla satılan çok da cezbedici olan mağazalar bu çılgınlığın ve krizlerin atlatılması babında en ucuz ve en can kurtarıcı olması hasebiyle çok sevdiğim yerlerdir. En çok on yetale harcayarak, bi sürü gereksiz alet edevatın alınabildiği ekonomik bir stres atma mekanıdır benim için.

İşte yine böyle bir kriz anında daldım yeni açılan ‘bi’milyoncu’ya. Yaptım alışverişimi, döndüm evime. Bilen bilir; öyle ota-b.ka depresyona giren bi’ tip olmadım hayatım boyunca. Lakin bu ara bir grip geçiriyorum ki akıllara seza. Bir de ‘Masumiyet Müzesi’ durumu var. Sanırım bunların etkisiyle geçirdiğim bir beyin bulanması söz konusu.

Diyelim ki; ben bu aldıklarımı koca kişisiyle paylaşmak istedim. Aramızda geçecek muhtemel diyalog şöyle bir şey olurdu zannımca:

-Bak sevgilim, mes’ut yuvamız için bir sürü gereksiz ıvır zıvır aldım.
-Ah Nincegülüm, güzel olduğunuz kadar zevklisiniz de.
-Öyleyim değil mi? Bak bu şey… Iııı şeyyyy… Ya üzerinde sebze resmi var, zannederim soyma veya doğrama işi için. Bak bu karpuz çekirdeği ayıklayıcısı, ne hoş di miii? Bu da şeyyy… Şeyyy… Ya ne bu sence kuuzum?
-Dur şimdi. Evir, çevir, ııııı, sağına bak… soluna bak… ıııı… çözemedim ama, zannederim iyi bi’şey. Sen aldığına göre.
-Ah sevgilim ne kadar mes’udum bilemezsin. Bu şeyler mutlu yuvamızı daha da güzelleştirecekler. Hatta bir müze oluştursak biz de Pambık amca gibi; aşkımızı anlatan, en nadide parça da şu hıyar soyacağı ile, limon sıkacağı arası garip alet olurdu değil mi?
-Nincegülüm, Nincegülüm… Bu güzel yuvamızda artık çocuklarımızın şen kahkahalarını, neş’e dolu cıvıltılarını duymak istiyorum. Bir bebeğimiz olsun istiyorum.
-Salaklaşma sevgilim. Bizim zaten dana ve sıpa kıvamlarında iki yavrumuz var. Ve sen sabahın körü cıvıldaşıyorlar diye “İncegüüüül, sustur şu oğullarını, uykumun içine ettiniz he” diye hönkürüyorsun ya.
-Güzel olduğunuz kadar küstahsınız da. Hem ne bu aldığın saçmalıklar böyle? Hani minimalist bir anlayış benimsemiştin sen?
-Minimalist derken?
-Yani evde dağınıklık yaratan, işlevi olmayan şeyleri atıcam diyodun ya. Bunlar ne şimdi?
-Hıııı diyosun ki, evde dağınıklık yaratan her şeyi yok et. Senden başlamama ne dersin?
-Ahhhh Nincegülüm, güzel olduğunuz kadar manyaksınız da.
-Öyleyim… Şimdi ben aldığım bu klozet temizledikten sonra yüze piiling de yapabilen, ayrıca da saç kurutan ve sonra gelip meyveleri kurulayan bi’milyonluk mucize bezi deniycem. Lütfen beni kaderimle baş başa bırakınız genç adam…

Nelveda dünya, nelveda blog alemi, nelveda dostlarrrr… Ühü… Bühü…

15 Kasım 2008 Cumartesi

SÖYLE BAKALIM İNCEGÜÜÜL... NİYE BLOG YAZIYON


Bu, şu anda linkine tıkladığınız güzel hatun, "incegül gişisi, ne içün blog yazıyon, nedir derdin, ne yapmak istiyon, maksadın, niyetin nedir senin, hangi örgüte çalışıyon, bre mel'un de bi git ya, bi rahat bırak bizi ya" manasında bi' sobeyle beni sahnelere davet etmiş. Elbette ki bu nazik daveti geri çevirmek, benim gibi hanımefendi gişiliğinden ödün vermeyen bir şahsiyet için düşünülesi bile olamaz diyor, londranın yukarı köylerinden birinden bildirmeye başlıyorum efenim. De haydin okuyak hep barabar!

Daha küçücük bir kız çocuğuyken, sürekli konuşan, geveze mi geveze bir şahsiyettim. Hatta konu-komşu konuşturup kasede alırlardı sesimi. O kadar çok söyleyecek sözüm vardı ki…

Sonra okullu oldum, sınıfları doldurdum. Şaka değil; gerçekten doldurdum. Canım örtmenim, artık canına tak ettiği anlardan birinde, beni kapının önüne çıkarmıştı susayım diye, hiç unutmam. Bizim sınıfın tahta kapısının üst tarafında, böyle gemilerin kamara penceresi gibi yuvarlak bir cam var. Bende de boy bi’ lokmadan az hallice. Zıplaya zıplaya oradan içeriye seslenip yine konuşmaya devam etmiştim. Zavallı örtmenciğim –ki hala ziyaretine gider, o güzel ellerini, pamuk yanaklarını öper, koklarım, yani benden kurtuluş olmadığını gösteririm bir nevi- “kızım, n’olur bi’ sus da azıcık arkadaşların da konuşsun” derdi yahu. Artık nasıl bezdirmişsem kadınceyizi.

Yıllar böyle geldi, geçti. Konuştum da konuştum.

Sonra gün geldi; yoruldum. Diyeceklerim bitmemişti daha; sustum. Bir an geldi; bittim. Bir kalem aldım elime; yazdım. Anama, babama, kardeşlerime, çocuklarıma, ota-çiçeğe, börtü-böceğe yazdım. O gün-bu gündür hâlâ yazıyorum. Tıpkı şu anda yaptığım gibi.

Peki niye blog yazıyorum? Nedir derdim? Buralarda ne işim var? Bunca zaman kendime sakladıklarımı, tanımadığım, bilmediğim insanlarla ne diye paylaşıyorum?

Sanırım yanıt, sorunun içinde gizli. “Paylaşmak…” Çok fazla bir kelime. İçi dolu dolu… Ne güzel bir kelime. “Paylaşmak” İşte ben de paylaştıkça çoğaldım, çoğaldıkça yazdım, yazdıkça paylaştım. Sonra yürek yürek geri döndü yazdıklarım. Yürekler biriktirdim dost sandığında. Canlar biriktirdim.

Hastalandım, baş ucumda bekleyenlerim oldu. Neşelendim, birlikte gülenlerim. Düştüğümde kaldıranlar, ağladığımda göz yaşımı silenler… Yazdıkça çoğaldım, çoğaldıkça büyüdüm.

Gün geldi, bir tatlı aşı paylaştım yüzünü tanımadığım bir canla, gün oldu bir damla göz yaşını. Demiştim ya; ben burada hapşırdım, onlar orada “çok yaşa” dediler.

Kalbimdeki ağırlığı parmaklarımın ucundan akıttım; hafifledim. İçimin coşkusunu ekrana döktüm; ferahladım. Önce hep kendim için yaptım bunları. Yazmak, bencil bir şeydi. Sonra, yüreklerde yer buldukça, bencilliğimden, benliğimden de sıyrıldım. Çoğaldım ya; çoğaldıkça bir oldum, bölüştükçe, bütün oldum. Benim içindi, bencillikti yine de.

Dostların yorumlarında sevgiyi bulduğumda, satır aralarından sızan sıcaklıkla ısındım çokça. Yürek sıkıntılarım hafifledi; rahatladım. Evet bu da bencilceydi.

Bir dostun gözyaşını elinle silmek, neşesine ortak olmak, bebeğinin saçını okşamak… İşte bunlar da bencilceydi. Onu mutlu ederken, belki kendimi de mutlu ediyordum. Yani mutluluk bu değil mi zaten; bir dostun yanında olmak, ya da onun yüzünde kocaman bir gülümseme olabilmek. Ya da göz yaşı olabilmek… O halde paylaşmak demek daha fazla sevmek, daha fazla önemsemek, daha fazla mutluluk…

Ben hep yazıyorum. Bu ekranda gördüklerinizden çok daha fazlasını hem de… Defterler, sayfalar, dosya kağıtları, hatta gazete kenarları… Her yere yazıyorum. Sustuğumdan beri, daha çok konuşuyorum aslında.
Peki neden blog yazıyorum sahi? Sanırım bencilim. Evet evet kesin öyle. Çünkü sizleri çok seviyorum. Riyasız, yalansız, ta yürekten seviyorum. Ben konuştukça dinlemenizi, siz konuştukça dinlemeyi, birlikte olmayı çok seviyorum. Bu sevgi de beni mutlu ediyor.

Şimdilik bu kadar yeter… Üf duygulandım gene. Hadi şimdi herkes işine gücüne baksın. Kahvaltılarınızı edin önce. İnce belli bir bardakta, demli bir çayı da bana ithaf edin olur mu?

Kalın sağlıcakla… Gitmeden Figenciğimi de sobeleyiverdim.

9 Kasım 2008 Pazar

DÜŞ DE GÖR...


Yine kamuoyunun merak ve heyecan içinde beklediği(!) bir konuyu aydınlatmak, bilgi vermek amacıyla burada toplaşmış bulunuyoruz efenim. Hani şu arife günü kendini sakatlayan hatun var idi ya; ondan ve olayın gelişiminden bahsedelim dilerseniz. Haydi bahsedelim…

Her bayram olduğu gibi o bayram da tam Türk işi bir hatun, arife gününe sıkıştırmıştı ne var ne yoksa. Malum o hem çalışan kariyer sahibisi bir iş kadını, hem tertipli, temiz, titiz bir ev kadını, hem de aynı zamanda fedakar cefakar bir anne olmaya çalışan, bu esnada da hayırlı bir evlat olmak için yırtınan ve bunların hiçbirini tam teşekküllü yapabilemeyen bir nevi dolap beygiriydi. Öncelikle sabahtan temizliğini yapmış, sonra anneciğine gidip ona yardım etmiş, sonra bir iki kap bir şey pişirmiş, en son da kardeşleriyle buluşup çocuklar için alışveriş yapmaya karar vermişti. Bütün bunları hallettiğinde saat henüz öğleden sonra on dört sularıydı meraklanmayınız. Hatun –tatil bile olsa- kargalardan evvel yataktan çıkmazsa, asla işlerini yetiştiremeyeceğini bilecek kadar da zeki bir insan evladıydı.

Sonunda iki güzel, melek yüzlü, iyi kalpli yavrusunu yanına katıp yollara döküldü kahramanımız. Tam da yıllardır inşaatı devam etmekte olan, güzel yurdum klasiği metronun oradan karşıya geçip caanım İstanbul’un, caanım alışveriş ve gezi merkezlerinden biri olan İstiklal Caddesi’ne gitmek için hazırlanırken olanlar oldu. Burada ne olduğuna geçmeden evvel, kahramanımızın bu husustaki meşhur geçmişine şöyle bir göz atalım isterseniz. Bu hem olaya daha iyi konsantre olmanızı, hem de hiç şaşırmadan yolunuza devam etmenizi sağlayacaktır kanaatindeyim.

Uzunca süredir tanıdığınız ve artık hipermanyak olduğundan şüphe duymadığınız kahramanımız, ayrıca da minicik tefecik bir hatun olduğundan, mutfak tezgahına tırmanmayı pek sever. Yine böyle bir tırmanış esnasında o zamanlar seramik olan lavaboya ayağının bir adedini gömmek suretiyle –lavabonun- parçalanmasını sağlamış, tek bacağı tezgahın üzerinde, tek bacağı alt mutfak dolabının içinde öylece kalakalmıştır. (Ver ekrana uğurcuum. Vatandaş böyle pozisyon görmemiştir) Evde kimsenin olmaması hasebiyle kendisini bu güç durumdan kurtarması, üstelik bacağının da yaralı olmasından dolayı epeyce bir süre almış, parçalanmaya ramak kalmış bacağına kendi kendine pansuman yapmış, sonra lavaboyu yeniletmiş ve hiçbir şey olmamış gibi akşam koca kişisine olayı anlatmıştır.

Yine günlerden bir gün buzdolabı örtüsünün azıcık eğri durmasından rahatsız olan ve kendisi tam bir pisikosomatik hasta olan kahramanımız, mutfak tezgahına atlayıvermiş ve aynı hızla mermere çarparak mutfağın orta yerine, neticenin üzerine düşüvermiştir. Bu düşüşün hemen ardından morarmaya başlayan netice ve sol bacak, iki gün içerisinde dize kadar hiç beyaz yer kalmayacak şekilde çiğ et görünümü almış, gittiği doktor amcanın “kızım, helal olsun sana, nasıl becerdin bu hale gelmeyi” şeklinde takdirini kazanmayı da başarmıştır.

Bir başka gün, iş çıkışı mutlu yuvasına ilerlerken, pencereden doğru sohbet açan komşusuyla konuşmaya başlamış, birden bire ne olduğunu anlamamış, sonra komşusunun “iyi misin” feryatlarıyla kendine gelmiştir. Halbuki o, o sırada yerde sırt üstü yatmış, “ulen az evvel camda duran ve benimle konuşan hatun nereye gitti” diye sorgulama halindedir ve düşmüş olduğunun farkında bile değildir.

Pazarcıların şu koca demir direklerine toslamak, merdivenlerden yuvarlanmak, park etmiş arabalara, yaya olduğu halde çarpmak, hatta kucağında bebesiyle yokuştan kaymak suretiyle geçirdiği minik tefek kazaları hiç saymaya gerek bile duymadan çok yıllar evvel olan küçük kazadan da söz etmeden geçmeyelim. Yıllardan gençlik. Yaşlardan kavak yelleri. Bir yılbaşı gecesi, iş çıkışı iki arkadaş yolda hararetli bir tartışma içindedirler. Bu insanlardan en sakar olanı konuşmasına devam eder, eder, eder… Lakin birden ortalık çok karanlık olur. Sağına soluna bakar, kimseleri göremez. Sanki başka bir boyuta geçmiştir. Arkadaşı, kalabalık caddedeki cıvıl cıvıl insanlar yerini derin bir sessizliğe ve karanlığa bırakmıştır birden. Başını yukarıya kaldırdığında bir sürü insanın kendisine seslendiğini duyar. “Ben nerdeyim, siz kimsiniz” gibi sorular beynini kemirirken, arkadaşı yanına atlar. Sonra hatunu düştüğü çukurdan el birliğiyle çıkarırlar ve kahramanımız konuşmasına kaldığı yerden devam ederek yürüür, gider. (Konuşurken yüze zum yapalım, sonra görüntüden aniden kayboluşunu tekrar verelim uğurcuum)

İşte size geçmişinden kesitler verdiğimiz bu arkadaş arife günü, alışveriş yapmak için çıktığı yolda, tam da inşaatın orta yerinde, karşıdan karşıya geçmeye hazırlanırken, birden bire ne olduğunu anlamadan havada uçuşmuş (burayı ağır çekim oynatalım uğurcuum) sonrasında kendini yüz üstü yerde bulmuştur. Bu esnada sağ yanında bulunan küçük sıpasına dönmüş, sanki onun yerde yattığını, üzerinde demirler olduğunu ve ağladığını görmüş, ana yüreğinin tüm isyanı ve acısıyla “Oğuuuz, iyi misin oğlum” diye feryat etmiştir. Sonra sol yanına dönmüş ve sevgili delikanlı oğlusunun, üzerinden demirleri almakta olduğunu görüp “evladım kurtarıyo işte anasını” diye duygulanmıştır.

Ayağa kalktığında ise gördüklerine inanmak istememiştir. Belinin ve bacaklarının korkunç ağrısını, yüreğinde duyduğu acı bastırmıştır. Büyük danasının tam bir öküz kıvamında böğürerek güldüğünü fark etmiş, öteki küçük sıpasının da kendisiyle dalga geçmekte olduğunu, “Oğuuuz iyi misiiin” şeklinde taklit yaptığını hayret ve üzüntüyle anlamıştır. “Ahhh keşke oracıkta kalaydım da sizin bu namkör tavırlarınızı görmeyeydim” diye içinden geçirmiş, yine de acısını içine gömüp biricik yavrularına o kalabalık alışveriş ortamında bayram için bir şeyler almaktan vazgeçmemiştir. Sevgili kardeşciği ve onun biricik eşinin de topal topal yürümesi sırasında kendisine bıyık altından gülmesine bile göğüs germiş güçlü bir kadındır kahramanımız.

Dediğim gibi sayın okur; kahramanımızın vukuatları bitmez. Yeni bir ‘Bir Kadın Bin Sakarlık’ hikayesinde birlikte olana dek, şen kalın, esen kalın. Kendinize iyi davranın.

Tamam tamam böyle ciddi yazdım diye kasmayın. Gülmek serbest…

4 Kasım 2008 Salı

İNSAN SARRAFIYIM BEN...


Bir bakışta insanları şıp diye anlayıveren şahsiyetlere hayranımdır. Örneğin annem… Şöyle bir dudağını büküp, yan bakışını atar ve analizi tamamlayıverir on saniye içinde. “Yaramaz kızım bu kişi” ya da “ hıh işte bu iyi bir yavrudur” şeklinde yorumunu da yapıp imzayı koyar.

İşin ilginci, hiç şaşmaz. Milim sapmaz. Yahu bi insan evladı, bir anne kişisi hiç mi yanılmaz? Bazen bu hatunun, beynine çipler yerleştirilmiş, “haydi tifidus 37, seni insan ırkını incelemek için dünyaya gönderiyoruz biiip… adın da bundan kelli N.Sultan olsun biiip” şeklinde aramıza sokulmuş, uzaylı bir casus olduğundan şüphelenmiyor da değilim.

Böyle şahıslara, eğer uzaylı falan değillerse, halk arasında biz ‘insan sarrafı’ diyoruz. Hani altının kıymetini sarraftan başkası anlamaz ya. Çamurun içinde bile olsa anlar sarraf, bilir. Bilir ki o değerinden bir şey kaybetmemiştir. Eğilir, alır oradan. Biz hijyenik sebeplerden dokunmayız bile. Keza, bi b.ka yaramaz madeni de şıp diye, bir göz darbesiyle çözüverir sarraf.

Benim insanları tanıma ve kişilik analizi konusundaki başarısızlığım ise, tamamen salaklık abidesi, aşk böcüğü, sevgi kelebeği kişiliğimden kaynaklanıyor diye düşünülse de sevgili anneciğim o değerli genlerinden bir lokma tattırmış olsa, yaşadığım hayal kırıklıklarının da, kalp kırıklıklarının da çoğunu yaşamamış olurdum kanımca. Haydi maviş gözlerini vermedin ses etmedik. Bari bu konuda azıcık sürülseydim sana.

Daha net anlamanızı sağlamak babında bir örnekle açıklayayım efenim:

Bir gün canım yurdumun doğu illerinden birinde, bir arkadaş ziyaretindeyiz. Nisan ayı olmasına rağmen bazı yerlerde hala karlar erimemiş ve alabildiğine soğuk. Biz İstanbul bebeleri de kısa kollularla, buza kesmiş içimizi ısıtmak niyetiyle bir yerde oturmuş çay içiyoruz.

Masamıza, arkadaşımızın tanıdığı olduğunu tahmin ettiğimiz, gençten, efendiden, boynu sağa doğru bükülmüş bir canım yurdum insanı geldi. “Abi nassınız, yenge selamün aleyküm” diye geldi oturdu. İki sohbet ettik. Adamın gözleri yerden kalkmıyor. Bir kibar, bir saygılı. Yarım saatten fazla masamızda kaldı, sonra kalkıp gitti. Ardından bizim arkadaşla aramızda şu sarsıcı diyalog geçti:

Saf İncegül: Ay aman ya, ne kadar da mazlum bi’ adam. Çok üzülüyorum ben böyle insanlara.
Uyanık işletmeci arkadaş: Hııı dimi İncegül? Sen şimdi bi’ de yazıııık çekersin tam olur.
Saf İncegül: He yaaa… Yazııık. Ya nasıl da boynu eğikti öyle. Tıpkı Mahsum Morgül…
Uyanık ve de gıcık arkadaş: Yaaaa… ben de çok üzülüyorum bu çocuğa! Gerçekten Mahsum gibidir. Hepimiiiiz kardeşiiiiiz…
Saf İncegül: (Azıcık uyanmış mıdır nedir) Ya niye sesinde müstehzi bir ton, yüzünde iğrenç bir gülümseme seziyorum? Nesi var adamın? Gayet efendi, saygılı, mazlum, kendi halinde bir genç işte. Biraz zeka eksikliği olduğunun farkındayız herhalde biz de. O kadar da saf değiliz heralde… Hallaaa hallaaaaa…
Uyanık ve de son darbeyi indirici arkadaş: Kızım ne mahsunu, ne mazlumu? Bu dallamanın dört tane leşi var. Bir çırpıda hepsini katletmiş manyak. Ne olduysa artık, çıkardılar bunu sonra. Herif kafadandır diye ses de çıkaramıyoruz. He deyip geçiyoruz işte.
Salaklar kraliçesi İncegül: Höööööö? Zannımca ben onun içindeki iyi yönü gördüm bi kere. Kim bilir ne olmuştur da olmuştur işte. (Kurtarıcam ya karizmayı) Ben herifin içindeki çocuğu şettirdim taam mı? Sen ne diyon beeee”

Buna benzemez ne yanılsamalarım olmuştur insan ırkıyla ilgili. Yine de ilk etapta ‘iyi’ diye bakmak, böyle inanmak işime geliyor sanırım. İnsanlardan umudu kesmemek için böyle yapmaya devam etmeli miyim, yoksa artık gerçekleri kabul mü etmeliyim, bundan da çok emin değilim.

Şimdi durduk yere niye yazdın bunları mı dediniz? Vardır elbet bir sebebiiiii….

Haydin selametle…

1 Kasım 2008 Cumartesi

DOSTLARIMA...


Bir çok arkadaşım beni bu güzel ve anlamlı ödüle layık bulmuş. Öncelikle kendilerine teşekkür ediyor ve ben de üzerime düşeni yapıp bu ödülü sahiplerine dağıtmak istiyorum. Beni, iyi günde, kötü günde, gülerken, ağlarken, düşünürken, sinirlenmişken, sakinken, mutlu olduğumda, üzgün olduğumda hiç yalnız bırakmadınız. Gerçek dostum dediklerim bile sırtını döndüğünde siz hep yüzüme baktınız. Sizleri gerçekten çok seviyorum. Bu dostluk ödülünü tek tek hepinize verirken; gerçekten, ta yüreğimden gelen sevgimi kabul etmenizi rica ediyorum.


En içten, en samimi duygularla, sevgi ve dostlukla...


29 Ekim 2008 Çarşamba

YAPAMAZSAN YOOOK...


Bu ara bütün evrakların fotokopisini alıp, asıllarının üzerine benzin döküp yakasım var.

Kendimi köpük köpük dalgalara bırakıp tüm sıkıntılarımı denizde boğasım var.

Yıllar evvel beni 7 eleven’da beklettiği için kendini affettirmek isteyen koca kişisine gülüp konsantrasyonunu bozan kendime küfredesim var.

Kimine duyarlılık, kimine hıyarlık veriyor Allah diye insanları kategorize edesim var.

Ağzımdaki sakızı şişirip şişirip arsız arsız patlatasım var.

Çitledikleri çekirdeklerin kabuklarını yerlere atanlara, ayçiçeğini sapıyla birlikte yediresim var.

Saçma salak insanlara gözlerimi belertip avazım çıktığı kadar hönküresim var.

Halı, kilim ve bilumum ıvır zıvırı sokaklara döküp yıkayan, sonra da “ay bu yıl da su sıkıntısı olacakmış” diye sosyal konulara parmak basanların o parmaklarını müsait bi şekilde değerlendiresim var.

Yapıp yakıştırasım, takıp takıştırasım var.

Ulu Capon bilgesi Serdariki Ortaçsan gibi şeytana uyasım var.

Kendimi sokaklara salıp, bayırlardan aşağıya yuvarlanasım var.

Ruhumu özgür bırakasım, tek tek basasım, bade süzesim var.

Yasaklarla bir yerlere varabileceklerini zanneden zihniyete, ellerimi belime koyup çemkiresim var.

Yüce Türk düşünürü Gülşen’in de dediği gibi yapamazsan yooook… yapamazsan yooook…

18 Ekim 2008 Cumartesi

YOLCU


Kalabalık şehrin günlük keşmekeşi, yerini yavaş yavaş karanlığın gizemli kollarına terk ediyor, sonbahar güneşi başka yerleri ısıtmak için iyiden iyiye uzaklaşırken, geride çözülmemiş sırlarla dolu, serin bir gece bırakıyordu. Şehrin izbe arka sokaklarından birinde yapayalnız bir kadın, elinde küçük bavulu, ağır aksak ama telaşlı adımlarla ilerliyordu. Gamzeli yanağına bulaşmış rimelini siliyor, belli ki az evvel döktüğü yaşların izini yok etmeye çalışıyordu.

Gidiyorum sonunda ömrümün sekiz yılını geçirdiğim bu yerden. Bu son günbatımıydı seninle ey benden de yosma şehir! Bir daha güneşin doğmayacak rutubet kokan odamın küçük penceresine. Üç kuruşluk pespaye sevişmelerin tütün kokulu sabahlarına açılmayacak bir daha bu gözler. Bütün yıkık duvarlarımı sana bırakıp gidiyorum. Kırık kalbimi, hırpalanmış gençliğimi, gerçekleşmemiş düşlerimi de al senin olsun. Bir tek göz yaşlarımın kanıyla yıkadığım bedenimi alıp gidiyorum.

Yola çıkıp bir taksi çevirdi. Zoraki bir gülümsemeyle “Otogar’a lütfen” dedi. Yağmurun da başlamasıyla iyice yoğunlaşan akşam trafiğinde ağır ağır yol alıyorlardı. Neyse ki aracın kalkmasına daha bir saatten fazla vardı. Zaten oraya vardığında da henüz erken olduğundan bir süre oyalanmak zorunda kaldı. Heyecanlıydı. İşte sonunda, bir otobüsün cam kenarındaydı ve uzun zamandır yapmayı düşlediği yolculuk başlıyordu.

Ey ardımda bıraktığım koca deniz! Zehir mavisi mutlulukların yatağında, saçlarımdan savrulan yıldızları sakın kaybetme! Bir gün bir yağmur tarlasında bir bir dök önüme! Umutlarım, bekleyin beni yıllar evvel kaybettiğim aynı yerde; çocukluğumun bitiş çizgisinde. Şimdi ardımda bıraktığım her taş, her ağaç, her çiçek özlenene varmak için geçilmiş bir engel. Ne kadar toz yutmuşsam bu yolda o kadar yaklaşmışım demektir sana. Kalabalık yalnızlıklarımın son demi olsun bu geliş. Ciğerlerine kadar nefes alabilmenin doğum günü olsun bu geliş. Bekle beni ey şefkatli kucak! Bekle beni ey bereketli toprak! Geliyorum.

Otobüs ilk molasını verdiğinde gece yarısını çoktan geçmişti. Ortadaki ışıkların yanmasıyla birlikte içerisi hareketlenmiş, sessizlik yerini derinlerden gelen bir uğultuya bırakmıştı. Uyku mahmuru gözleriyle bir bir görünür olmuştu yoldaşlar. Kimi hâlâ yanındakini uyandırmaya uğraşırken, anneler çocuklarına hırka giydirme telaşındaydı. Bir süre onlara bakakaldı. Yolun yorgunluğundan ziyade, yolculuğunun içsel huzurunu duyumsuyordu. Bir de ellerinde tuttukları hırkalarla, annelerin sarmalayan sevgisini…

Memlekete vardıklarında güneş henüz doğmuştu. Şimdi endişeliydi adımları kadının. Yol bitmişti ve yolculuk daha yeni başlıyordu. Kızıl-sarı yaprakların kapladığı köy yolunda bundan sonrasını yürümeliydi. Hafif ve aynı zamanda çok ağır bavulu elinde, adım adım geçmişine sığınmalıydı. Zamanın değmediği bu topraklarda, gölgesinde saatler geçirdiği ağaç bile yerli yerinde ve her şey bıraktığı gibiydi. Yıllar sadece onun hayatından mı geçip gitmişti? İşte çocuk sevinçlerinin beşiği olan baba ocağı da aynı beyazlıkta tam karşısındaydı.

Nazlanmak istiyorum artık. Çocuk muzırlığıyla şakalar yapmak, sonra kahkahalarla gülmek... Yargılanmadan, sorgulanmadan anlatabilmek… Biraz da şımartılmak istiyorum. Yaslanacak bir omuz, saçlarımı okşayacak bir el arıyor yüreğim. Hiç hesapsız, çıkarsız, sualsiz, olduğum gibi sevilmek istiyorum. Hırkamı giydirir misin annem? Üşüyorum.

Bütün cesaretini sağ elinin yumruğunda toplayıp kapıyı çaldı. Sadece affedilmeyi diliyordu. Sonra yine yollar, yine karanlık… Kapı açıldı. Bir çift buz mavisi gözde donmuş bir bakış karşıladı onu. Yaşlı kadın şaşkındı. Yıllar sonra, hiç beklemediği bir anda, “öldü artık” dediği kızını karşısında görmek, örselemişti ihtiyar yüreğini. Ne diyeceğini, nasıl davranacağını bilemedi önce. Kaskatıydı. Sonra ılıdı yüzündeki ifade. Gözlerinden istemsiz süzülen yaşı tülbendinin ucuyla sildikten sonra, “Neden?” dedi. “Neden geldin bunca zaman sonra? Baban… Hiç bağışlamadı, ne seni, ne beni, ne de kendini. Şimdi seni yeniden görürse...” Bir süre öylece karşılıklı kala kaldı sarmalanmayı bekleyen ve kucaklamayı isteyen. Beyaz evin kapısının önünde üşüten bir yabancılık hüküm sürmekteydi.

Bu ev, bu bekleyiş, gözlerinin kıyısında, geçmişten bir perde aralamıştı şimdi. Unutmak istediklerini, birden önüne serivermişti. Köylerine misafir gelmişti adam. Daha on dokuzundaydı o zaman. Güzel bakışlarına, tatlı sözlerine kanmış, bilinmezliğin peşine takılıvermişti. Oysa insanın alacası içindeydi. Bilememiş, cahillik etmişti. Baba dayağından, köy yerinin kız kısmını boğan ağır baskısından kurtulmak için tek yol görmüştü bu kaçışı. Hiç tanımadığı, belki de ömrünce hiç sevemeyeceği bir adamın karısı olmaktansa, aşk sandığının peşine takılmıştı genç kız kalbi. Hesapsızca. Annesini, babasını ve tüm hayatını yerle bir eden büyük bir hata olduğunu ise, kısa bir süre sonra ilk fark eden yine kendisi olmuştu.

Yol boyunca her şeyin telafi edilebileceğini düşünmüştü. Hatta bazılarını ettiğini... Oysa yapılan yanlışlar, başkalarını doğurmaz mıydı bazen? Ödediği ve ödettiği bedel de yetmemişti zamanı geri getirmeye, yaşananları yaşanmamış farz etmeye. Bavulun fermuarını usulca açtı. Yüzleşmekten korktuğu besbelliydi. Bir iki parça giysinin arasına gizlediği soğuk, delikli demiri çıkarıp şaşkınlıkla kendisine bakan annesine uzattı. Şimdi ikisinin de gözlerindeki acı, bembeyaz duvarlarda is ve kan lekesi olarak görünür olmuştu.

Hiç yaklaşamadığım bir hayalin yamacında çoktan bitirdim ben yaşamımı. Geleceği olmayanın geçmişe sığınışıydı bu geliş. Lakin olmadı, olama(z)dı. Şimdi senin ellerine bıraktım geriye kalanımı. Ya sar sarmala beni, göndermeden önce bilinmez karanlıklara; ya da kana kessin bedenim senin ellerinden. Yüreğimin orta yerinden tek bir kurşunla…

Ben ürkek serçe kuşuydum bu pencerenin kenarında. Ve o bir düş satıcısıydı düşlerin batağında. Bilemedim, gidip kondum dallarına. O düşler alır, düşleri satardı. Bir bayramlık ayakkabı gibi sevinç verir, sonra gülüşleri çamura bulardı. Göremedim saplandım karasına. O bir düş satıcısıydı düşsüzler sokağında. Bedenlerle birlikte umutları da satışa çıkaran, geceleri kan ve gözyaşıyla yoğuran…

O ödedi hesabını tüm yok ettiklerinin. Bedelini ödedi yeşeremeden ölen düşlerimin. Şimdi küçük, rutubet kokulu bir odada boylu boyunca, tıpkı yüreğimin mezarındakiler gibi, avuçlarına bırakıverdiğim çaresiz serçecik gibi cansız yatmakta. Ve şimdi ellerimde kan karası, sırtımda kıyılmış bir canın darası… Yine savruluyorum umutlarımdan çok uzaklara. Sarıl bana annem. Korkuyorum.

Yaşlı kadın hıçkırıklarla boynuna atılmayı bekleyen yavrusunun bu çırpınışlarına daha fazla kayıtsız kalama(z)dı. Silahı elinden alıp usulca yere bıraktı. Sarıldı kızına. Doyasıya… Yıllarca içinde biriktirdiği hasretin sımsıkılığıyla… Bilmediği bir geçmişten gelen ve tahmin edemediği bir geleceğe giden kızına, bu anda verebileceği ne varsa sunmak istercesine cömert… Sarıldı.

12 Ekim 2008 Pazar

GEH BİLİ BİLİ BİLİ


Birkaç zamandır kamuoyunu meşgul eden “Horoz” meselesine bir açıklık getirmek ve siz sayın okuyanları bir nebze de olsa aydınlatabilmek maksadıyla, mevzu tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilsin ve aramızda gizli saklı bir şey kalmasın, e azıcık da keyfimiz yerine gelsin babında bu yazıyı yazıyorum meraklı okur kitlesi. Buyrun okuyun bakalım!

Serin ama güneşli bir sonbahar sabahıydı. Bizim İncegül gişisi her sabah olduğu gibi işe gitmek için yola çıkmış, kâh sahilden sahilden denizi koklayarak, kâh kıyıdan kıyıdan çimende otlayarak, lay lay lom lom mutlu bir sevgi pıtırcığı şeklinde hoplayarak arşınlıyordu yolları. Lakin güneşin doğuşuna kadar uyuyamadığından, henüz gözleri tam olarak açılmamıştı o sabah. Uyku ile uyanıklık arası bir yerlerde, yıllardır ezberlediği aynı yolu bir şekilde rölantiye almış, vurmuş gidiyordu.

İşte ne olduysa o anda oldu sayın okur. İncegül gişisi, bacaklarının arka tarafında bir gıdıklanma hissiyle önce yol ortası uykusunu hafifçe bölüp “amaaan mahallenin itidir, afacan, ne zaman görse beni sırnaşır böyle” diye düşünüp oralı olmadıysa da gıdıklanmaların acı vermesi vuku bulunca istemeyerek de olsa gözlerini açıp bin bir zahmet kafasını arkasına çevirmiş ve gördüğü manzara karşısında ağzı bir karış açık kalmıştır. Hani neredeyse bir öküzü yutacak kadar büyümüştür hatunun ağız gısmısı. Ancelina ile Meltem Dumbul arası bi’şey diyeyim; siz anlayın gerisini.

İncegül gişisi, bir beyaz horozun üzerine üzerine atlamaları esnasında tam anlamıyla ayılmış, uykusundan eser bile kalmamıştır. Büyük bir cesaret ve metanetle durur ve horoza “hoşşşt” der. Lakin şaşkın ve de cahil horoz yabancı dil bilmemektedir. İncegül yine de şansını bir “piiissst” le denemeye devam eder. Horoz şaşkınlığını atmış, hatunun üzerine atlayıp hoplamayı sürdürmektedir bu arada. Hatun durarak bir şey halledemeyeceğini anlayınca adımlarını hızlandırır. Bir yandan da peşinden gelen beyaz, şirin, inatçı, manyak horoza “kışşşşttt” demektedir. Sanırdır doğru kovalama yöntemini bulmuştur. “Kışşşt” belki de işe yarayabilirdir. Lakin horozun ne geri kışttlanmaya, ne bu sevdadan vazgeçmeye gönlü yoktur. Niyeti bozmuştur anlaşılan.

Ulen bu yaştan sonra horozların maskarası olduk iyi mi diye geçirir içinden. Bir yandan da etrafı kesmektedir. Malum hatunun yıllardır didinip dişiyle, dırnağıyla oluşturduğu bir karizma vardır. Bunu manyak bir horozun yerle yeksan etmesine izin vermeyecektir. Sportif bir kişilik olan İncegül şahsiyeti, başka çare olmadığını anlayınca koşuya başlar. Kendisi önde, bizim inatçı ibibik arkada sabah sabah maraton koşar ikilimiz. Bir yandan da sahildeki parkta, aletleri mıncırmakta olan teyselere de el sallanır ki, hani bakın biz de spor şettiriyoz, yanlış anlamayın mesajı verilsin, “ayıp ayıp, koskoca kadın, minicik horozdan korkmuş, kaçıyor” şeklinde algı yanılması olmasın. Malumunuz insanların aklına “manyak bir hatunla, ondan daha manyak bir horoz sabah koşusuna çıkmış” tan evvel “hehehehehe… horoz garıyı govalıyo len zabah zabah. Hilmiii gel len sen de bah” gelecektir ki biz buna kendi aramızda ‘algıda sı.çıcılık’ diyoruz. Bir de İncegül gişisinin kırk yılda bir etek giymelerinden birini o sabah gerçekleştirdiğini düşünürsek, durumun vehameti ve de ironik ve hatta traji-komik yanı daha da bir ortaya çıkacaktır.

Hatun artık umudu kesmiş vaziyettedir, yollar bomboş ve tenhadır. Bu horozun gaga darbeleriyle tek başına mücadele etmekten yorulmuş, tam da pes etmek üzereyken, karşıdan ağır çekim koşarak, Bret Pit ilen Riçırd Giir arası bir yaratık gelmeye başlar. Hemen kılıcını çıkarır bu prens ve canavar horozun üzerine atlayarak prensesi, yok la, kart prensesi kurtarır. “Apla iyi misin?” lafıyla kendine gelen hatun, horozun sahibi olduğunu sonradan idrak ettiği, koca göbekli, bol kıllı amcaya döner. Az evvel kurtarıcısı olan kahraman prense ne olmuştur böyle? O yağuşuklu ve de kerizmatik herif, birden Recep İbibk’e dönüvermiştir. Hatun kendine gelir ve adama dönerek “yahu bunları dövüştürüyonuz mu ne yapıyonuz siz? Ahan da gözüm üzerinizde. Yapıyosunuz bu haltı bari sahip çıkın hayvanınıza” şeklinde çemkirir. Koşarken şaftı kayan eteğini düzeltir, sağdan soldan fışkıran saçlarını tokanın içine geri sokar, kaçan çorap için ise yapacak hiçbir şey olmadığının farkına varıp mağrur ve başı dik bir halde yoluna devam eder.

Bu esnada kendisine müstehzi bakışlarla gülümseyen sportif teyselere de “siz kendinize bakın, o kadar tepinip ardından pastaneden aldığınız vıcık yağlı böreklerle eve kahvaltıya gitmenizle ben dalga geçiyo muyum” diye hönkürme isteğini, yaşlarına hürmeten bastırmaktadır. Ne de olsa büyüklerini sayar, küçüklerini sever İncegül şahsiyeti.

Evet sayın okur; işte horoz mevzuunun aslı-astarı böyledir. Aynen anlattığım gibidir. Bir çeşit manyak paratoneri, olayların kadını olan şahsımın bu ne ilk vukuatıdır, ne de son olacaktır. Ben size arife günü metro inşaatının ortasına yüz üstü kapaklandığımı, üzerime inşaat demirlerinin yığıldığını ve yerden kalkıp o halde çocuklar için alışveriş yaptığımı anlatmadım değil mi sayın okur? Anlatmamışımdır muhtemelen.

9 Ekim 2008 Perşembe

DAYAN HA DAYAN...


Bu aralar hayat pek de güllük gülistanlık değil maalesef. Bu kızın sevdiceği yakında iyileşecek. Bunun için siz de böyle bir şey yapmak istemez misiniz? İşte burayı okuyup belki de gencecik bir adamın hayatını geri verebilirsiniz. Buraya bakıp sevdiklerinin, sevenlerinin yüzünü güldürebilir, anacığının yüreğindeki ateşi söndürebilirsiniz.

Dayan Anıl! Sakın pes etme! Daha düğününde göbecik atacağız yahu!

5 Ekim 2008 Pazar

VATANIMIN BAŞI SAĞOLSUN


Yüreğimin ortasında kocaman bir kara delik

Parmaklarımın ucu sızlıyor, saçımın telleri acıyor

Hayat her halükarda devam etmiyor maalesef

Nasıl ki, durmuş o analar için saatler

Nasıl ki, gömmüşler kınalı kuzularını kara topraklar altına

Yüreğimin ortasında kocaman bir kara delik

Kirpiklerimin ucunda asılı kalmış tonlarca gözyaşı

Hayat her halükarda devam etmiyor maalesef

Gökler ağlıyor, toprak ağlıyor bugün

Bırakın içim de ağlasın

Ağlamakla yıkanmasa da acılar


29 Eylül 2008 Pazartesi

BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN


Hepinize mutlu, huzurlu, sağlıklı bir bayram dilerim. Ailemizle, yavrularımızla, tüm sevenlerimiz ve sevdiklerimizle birlikte Nicelerine ermek umuduyla...

Sevgiler en kocamanından...

Not: Bayram şekeriniz de benden olsun.

25 Eylül 2008 Perşembe

HAYDİN TEY TEY


Anneee Lori bu gün bana çok güzel şeyler öğretti he.

Anam Lori’de kim be? Yavruma Dingiliz dadı tuttum da haberim mi yok? Ulen bu ihtiyarlık ne zor şey he. Unutkanlığın sınırlarında yaşıyorum resmen. Biz zengindik de ben mi unuttum yoksa? O zaman niye bütün işlere ben koşturuyorum. Bir de Urus hizmetçi tutalım hemen.

Lori kim yavrucağım?

Anneee.. şimdi Lori televizyonda çıkıyo, resim çizmeyi öğretiyo. Bak dur sana gösteriyim çizdiklerimi.

Annem dur yemeğin soğuyacak. Sonra gös…. Gitti hipermanyak.
----------------------------

Baaak bunu bu gün çizdim.

Pek güzel olmuş oğlum. Ne kadar güzel bir cami.

Pıhhhhh… anne sen çok komiksin he.

Niyekine? Güzel değil mi yani? Ben beğendim. Şimdi ben ne söyledim de komik oldum canım oğlum? Niye dalga geçiyon ihtiyar ve de gariban ve de muhtemelen alzaymır ananla?

O cami diil ki. Şato şato.

Uyansana hatun. Lori diyo adam. Elin Lori’si ne bilsin cami falan. Hidayete mi ermiş?

Heee… doğru ya. Prenses neyin göremeyince anlayamadım kusura kalma. Çok güzel olmuş aferin oğluma.
---------------------------

Oğluuuum.. ama niye yemiyorsun etini? Bak sen sporcu (!) bir kişiliksin. Yeterince et yemezsen protein alamazsın. Kemiklerin gelişmez. Hem ileride Petek gibi olursun maazallah. Ne dediğinden bihaber, kendini çok akıllı sanan aptal bir adam olmak mı istiyorsun?

Gelişir annee. Üstelik protein almak için illa da et yemek gerekmez. Yersin iki küp Danone proteinini de vitaminini de alırsın.

(Zamane çocukları, reklam kuşağı mağdurları, manyak nesil.) Oğlum ne alaka. Hiç etle Danone aynı şey olur mu?

Oluuuur…

Olmaaaaazzzz…

Oluuuur….

Höyyyttt… olmaz dedim mi olmaz. Velete bak yaa…

Olur diyorum anne. Sen Füsun Ata.yata’dan daha mı iyi bilicen hem?

Hönnkkk! Füsun Ata Yata da kim ola ki len sıpa?

Beslenme uzmanııı.

Beslenme uzmanıııı… Sanırsın bizim hayatımız, beslenme uzmanlarımız, giyim kuşam danışmanlarımız, dekorasyon ve tasarım konusunda mastır yapmış iç mimarlarımız, güzellik ekisperlemiz arasında geçmekte. Ulen bu yaşa geldim bir imaj meykırım bile olmadı bee. Bu yavruya fazla mı harçlık veriyoz nedir? Gitmiş kendine diyetisyen tutmuş.

İyi de oğlum, sen nerden tanıyon bu Füsun Ata Yata’yı?

Anne var ya.. ne kadar da cahilsin he. Çıkıyo ya Danone reklamlarında. O işte.

Heee öyle yani. Peki bu hatun başka neler yiyin diyor? Süt, yoğurt, peynir falan?

Yok anne ya. Sadece Danone yedik miydi yetiyo işte. Ben et met yemiycem ya. Hem sakız gibi, çiğne çiğne yutulmuyo. Bana Danone ver ya.

Bu Füsun Ata.yata’yı görenlerin, tanıyanların ya da yerini yurdunu bilenlerin, insaniyet namına haber vermeleri rica olunur.

Korkmayın beee.. bişey yapmıycam. Sadece kendisine aşırı dozda Danone yedirmek suretiyle protein komasına sokacam. Zaten sabah sabah horoz gagaladı, sinirler tepemde.

19 Eylül 2008 Cuma

ATEŞ

Bin yıllık kavgasıydı dalgaların kayalıklarla. Gün be gün eriterek her bir parçasını, usul usul sulara katıyordu. Martılar sesi oluyordu kayaların; ağlıyordu. Belki kuşların kanatlarına asılı kalmıştı gülüşü adamın, bu hengâmede onu arıyordu. Bir yandan da gözyaşlarını denize katıyordu. Kurgusu baştan yapılmış bir öykü müydü yaşadıkları? Okunup bitmişti öyle mi? Gözlerinin önünden geçiyordu hayatının özeti. Yıllarca gerçek sandıklarının bir bir yalana dönüşmesini seyrediyordu şimdi. Sigarasından kahırlı bir nefes daha çekip duman olan geçmişine son bir bakış attı.

Usulca kalktı oturduğu ıslak, soğuk banktan. Paltosunun yakasını yukarıya kaldırdı. Üşümüştü. Her adımda biraz daha arındığını hissederek, kirpiğinde günlerdir sakladığı çiğleri toprağa dökerek yürüyordu. Oysa ne çok mutluluk paylaşmışlardı. Ya da o öyle sanmıştı. Kara bir sevdayı beyaza çevirmişlerdi birlikte. Yine beyaza çevirebilecekleri bir kış daha gelmişti işte. “İki çocuktuk biz” diye fısıldadı. “Birlikte büyüyorduk.” Ayakları geri gitmek istese de, ileriye doğru, dimdik yürüyordu adam. İnceden bir kar yağıyordu. Ne bitmez, tükenmez gelmişti bu yollar… Kim bilir kaç kez inip çıktığı bu basamaklar ne kadar yabancı ve ürkütücüydü. Dizlerindeki son dermanla kapıya vardı. Eli bir türlü anahtarlara gitmiyordu. “Açmalıyım…” diye düşündü. “Yüzleşmeliyim…”

Yaşamı dışarıda bırakarak içeriye daldı bir cesaret. Evin girişinde kızıl bir hüzün karşıladı onu. Ve kesif bir yabancılık duygusu. Bu mekandaki hiçbir şey ona ait değildi. Ve o da bu eve ait değildi artık. Duvarda gülümseyen neşeli fotoğraflar da olmasa; bir düş aleminde olduğunu düşünebilirdi. Gerçeklik duygusunu tamamen yitirmiş gibiydi. İnandığı her şey alt üst olmuş, içinde bir şeyler bir daha ‘tam’ olmamacasına eksilmişti sanki. Dededen yadigar pikaba ve sıra sıra plaklara takıldı gözü. Eskilerden bir plağı yerleştirip koltuğuna oturdu. Bir sigara eşliğinde kendini bu güzel şarkının namelerine teslim etti.
“Söyleyemem derdimi kimseye, derman olmasın diye…”

Antika büfenin üzerinde duran çerçeveye uzandı. Kısa bir kararsızlıktan sonra eline aldı fotoğrafı. Önce gece karası gözlerini uzun uzun seyretti; sonra sıkıca bağrına bastı. Plaktaki şarkı üçüncü kez çalarken, kısık bir sesle eşlik etmeye başladı.
“İnleyen şu kalbimin sesini, ağyâr duymasın diye.”

Anlayamıyordu. Ne kadar zorlarsa zorlasın bunu anlamaya yetmiyordu gücü. Fotoğrafı yüzüne yaklaştırıp haykırdı “Neden? Bunu neden yaptın? Neden yakıp yıktın bizi?” Sonra sakinleşti sesi, şefkat ve aşkla yumuşadı. “Niye gittin?” Durup dışarıdan seyretti kendini, sevdiğini, son beş yılı. Bir sebep arıyordu. Bulamadı. Sadece mutlu olduklarını, birbirlerini deli gibi sevdiklerini ve… Kalkıp pencereye yürüdü.

Kar hızlanmış, beyaz bir yorgan olup şehrin üzerini örtmeye hazırlanıyordu. O günü düşündü. Sevdasının bileklerinden sızan kızıllığı… Bir narin gelincik gibi kanayışını… Bu odayı da, içindeki tüm sevinçleri de kızıla boyayan o kapkara günü düşündü. Bir sigara daha yaktı. Elindeki kibritin ateşiyle perdeyi tutuşturdu. Sonra bir kibrit daha… Bir tane daha… “Neden Sevda’m? Üstelik içinde aşkımızın tomurcuğunu taşırken… Neden?” Bin yıllık kavgasıydı ateşin yürekle. O, gözünün önünde yavaş yavaş artan kızıllığa teslim olurken, şarkı çalmaya devam ediyordu.
“Sakladım gözyaşımı, vefâsız o yâr görmesin diye
İnleyen şu kalbimin sesini, ağyâr duymasın diye”

15 Eylül 2008 Pazartesi

ANADOL'UNU SATMAYAN ASABİ BİLGE

Bendenizim demiş ki: “Söyle bana a canım, nedir ev hali içinde nefret edilesi durumlar? Yanıtlayalım efenim; dilimiz döndüğünce, elimiz erdiğince!

Bir hatun kişisi düşünün şimdi! Düşünün ki, kargalar henüz kahvaltı için sıcak ekmek, poğaça, börek tedarik etme derdindeyken uyanır, yavrularını selametle okula uğurlar, koca kişisini işine postalar, evini derler toplar, sonra da kös kös yollara dökülür. Bu esnada karga ailesi çayı yeni demlemiş kahvaltı masasına bile oturmamıştır henüz. Belki baba karga daha eve bile varmamış, pastanededir kim bilir?

Mesaisi bitince ağzı kulaklarında, gidip şöööyle ayaklarını uzatmayı, çayını, kahvesini, soğuk bi’ drinkini, - artık Allah ne verdiyse- alıp eline, yorgunluk atmayı düşleyerek, yeniden, geldiği yoldan evine geri dönmeye başlar hatun. İşin tuhafı; bu anlamsız hayali, istisnasız her akşam, bıkmadan, usanmadan kurmasıdır. Salak mıdır; değildir. Hatta yaşına göre zeki bile sayılabilir. Lakin ‘umut fakirin ekmeği, ye Mehmet ye’dir.

Heyhat! Hayat acımasızdır. Daha kapıdan girerken acı gerçeklerle yüzleşir. Çarşambanın gelişi, daha Pazartesiden belli olmuştur. Hatunun yıllar evvel bir gaflet anında peydahladığı Liselisinin kokuşuk çorapları, portmantonun üzerindeki kramponların içinde pusuya yatmış, hain hain gülümsemektedir. Bu iki adet parça tesirli koku bombasının yaydığı kokudan etkilenmemek için gaz maskesini hemen takar ve onları kulaklarından tuttuğu gibi kirli sepetine kilitlemek suretiyle etkisiz hale getirir. Kirli sepetinin yanında, yöresinde konuşlanmış diğer iğrenç arkadaşlarını da aynı yöntemle içeriye tıkar.

Bu meşakkatli operasyon esnasında, sinirden bütün damarları dışarıya fırlamış, attığı çığlıklar, evin yeşil, huzur dolu duvarlarında yankılanmaktadır. Oysa bu daha başlangıçtır. İlerleyen dakikalarda kendisini sağa-sola, yatak altlarına, ranza tepelerine, salon ortalarına mevzilenmiş birçok düşman askeri beklemektedir.

Yatak odasında yatağın üzerinde zıplanmış, tül, perde ayrı telden çalmakta olduğundan, daha üzerini değiştirmeden burayı hale yola koymalıdır kadın. Bu sırada da bildiği en tumturaklı küfürleri sayıp dökmektedir içinden.

Salonun hali ise vahimdir. Koltukların yaslanma kısmında durması gereken minderler, yerlere ‘sıra sıra inciyiz, güzellikte birinciyiz’ şeklinde sıralanmış, siper vazifesi görmektedir. Masanın örtüsü bir yanda, kendisi bir yandadır. Masa üzerinin süsü olan vazo ise, muhtemelen rehin alınmış, ya da sizlere ömür olduğundan ortalarda görünmemektedir. Belli ki, salonun sonraki hayatını futbol sahası olarak geçirmesine karar verilmiştir. Buranın adam edilmesi sırasında, hatunun bütün cıvataları, somunları bir bir gevşemektedir.

Yavruların odası ise, tam bir harp alanıdır. Düşman askerleri en fazla tahribatı bu mevzide yapmışlardır. Odanın bütün ranzaları işgal edilmiş, kitaplıklarına girilmiş, çekmeceleri yerle bir edilmiştir. Bu görüntüden sonra iyice çıldırmış olan hatunu zapt-ı rap altına almanın mümkünatı kalmamıştır. Bunu anlayan evin veletleri, bulabildikleri kuytulara sinmiş, sessiz sedasız beklemektedirler. Çünkü onlar, olacakları gayet iyi bilmektedirler. Her akşam, rutin tekrarlanan bu sinir krizinin nasıl sonuçlanacağını artık iyice bellemişlerdir. Pencereden fırlatılan, birkaç çamaşır, duruma göre kitap, kağıt veya CD den sonra bu bölge de düşman işgalinden kurtarılmıştır artık.

Evi adam edeyim derken, kendisi zıvanadan çıkmış olan hatun, mutfağı gördüğünde ise, artık tamamen dünyayla ilişiğini kesmiş, doruklarda dolaşmaktadır. Soprano sesiyle, tiz çığlıklar atarak, en güzel aryalarını söyler ve mutfak işini halleder.
Son kalesini de düşmanlardan temizleyen muzaffer kumandan, yavaş yavaş sakinleşmeye başlamıştır artık. Nirvana’ya ulaşmasına ramak kalmıştır. Hatta bir Ferrarisi olsa satacak ve kendini Tibet’in sarp kayalıklı dağlarına vuracaktır. O kadar yani…

Sonrasında neşe içinde, mutlu-mesut sofraya oturulur. Pamuk Prensesle-Yedi Cüceler kadar pıtırcıktır aile bireyleri. Yamuk Prenses önde, iki sıpa arkada şarkılar söylenir hatta. Masaya oturulurken, ilk yapılan eylem, yer kavgasıdır. Evet, evet… Topu topu bir avuç çocuk, koca masayı paylaşamamaktadır. “Çocuuum, oraya oturunca ne oluyo ki? Kuş mu konduruyo?” “Annem, otur işte sen şu tarafa niye böyle yapıyonuz yahu?” Şeklindeki kibar ve de sabırlı yaklaşımların işe yaramadığı durumlarda “Höööyyyyttt” diye celallenen anne, psikopata bağlamak üzere olduğunun sinyallerini, karşı tarafın her daim açık antenlerine gönderince, bu sorun çözülür. Ta ki, bir sonraki akşama kadar...

Hatun sonunda her işini bitirmiş, bilgisıyırın başına geçmeye hazırlanmaktadır. Üzerinde çalışması gereken şeyler vardır. Ama heyhat! O ana kadar, hiç alakaları olmamasına rağmen, annelerinin işi olduğundan mıdır nedir(!) çocukların bilgisıyır aşkı depreşir. “Anneee, ne zaman kalkıyon?” “Ya anne, benim işim var, biraz çabuk olur musun?” şeklindeki baskılara dayanamayan hatun, en kısa zamanda kendisine bir laptap almalıdır. Yoksa bu sinir harbi onu yiyecek ve bitirecektir. Sevgi pıtırcığı çizgisinden kayabilirdir de kaymayabilirdir de…

Efenim, bizim evin halleri böyle işte. Bütün bu badireler atlatılıp yavrular birer yana dağılıp uyku mahmurluğuna bulanınca, bu hatun kişisi, uyurken onları ne kadar çok özlediğini hatırlayıp öper, koklar. Yavrularını mıncırır “anne yapma şunu ya” diyen koca danasının “anne biraz da şurdan mıncıklasana” diyen küçük sıpasının gözlerine bakar ve bir sonraki akşam kendisine yine muhteşem(!) sürprizler hazırlayacaklarını bilerek onları yüreğine sokmak ister. Hatun bu sürprizleri de sevdiğini fark eder ve bir sonraki savaşa kadar mutlu bir şekilde yaşaaar, gideeer…
  • Ben de pası gecenin bu saatinde mışıl mışıl uyumakta olan meleklerin annesine, gülücüklerim benime ve mehtapa atıyorum.

10 Eylül 2008 Çarşamba

KİM KAÇ YETAAALE İSTİYOR


Buzda kaydırıp kafa göz yardırdılar, şarkılar söyletip düetler yaptırdılar, askerlik adı altında türlü işkenceler yaptılar, hatta hayatında gördüğü en doğa yer Türkbükü olanlarını kuş uçmaz kervan geçmez bir çiftliğe kapatıp inek bile sağdırdılar!

Zavallı ünlümsülerimize her b.ktan yüz gram yedirme çabasındaki medya dünyası, bir ara da “it terbiyecisi” olarak çıkardı karşımıza kendilerini. Eski yarışmacıları kırpıp sunucu etmişler, müzmin jüriyi metamorfoza uğratıp yarışmacı yapmışlardı hatırlarsınız. Yalnız hatunun değişimi sadece titrinde değil. Suratı da korku filmi kıvamında, bir çeşit alyen olacak şekilde evrim geçirmiş idi. Botoks sen nelere kadirsin!

Üzerlerinde şıkırtılı, ışıltılı kostümleri ile zavallı köpeciklere bir takım hareketler yaptırmak suretiyle performanslarını! sergiledikleri bu yarışmanın ulvi amaçlar güttüğü iddia edildiği için, üzerine fazlaca yorum yapmak istemiyorum. Varsın bir de hayvan bakıcılığını denesinlerdi. Bir o eksik kalmıştı çünkü. Yalnız N.uri Al.ço ve Gazoz’u anmadan geçemeyeceğim!

Sınırlarımızı ve de sinirlerimizi fazlasıyla zorlayan bu yarışmalardan sonra şimdilerde herkesin dilinde “Kimin kutusu en büyük” şeklindeki yarışmamız var ki, evlere şenlik. İşin sosyo-ekonomik boyutları bizi aşar tabi. Biz eğlence tarafıyla ilgiliyiz konunun.

Elli binlik ödülü beğenmeyip beş yüzü bulamadım diye hayıflananları mı istersin, aylarca orada dinelip sümüünü çeke çeke gidenleri mi beğenirsin, yoksa Hamdi Amca’nın yaptığı binlerce yetalelik teklife burun kıvırıp, sonrasında beş kuruş alamadan k.çına baka baka olay mahallini terk edenlere mi gülersin bilmem. Lakin gerçekten de ilgi çekici olduğu kesin. Başladı yeniden... Vatana millete hayırlı olsun!

Hele o kutularla ilgili cümleler yok mu; güzel Türkçemiz de buna müsait olduğundan mıdır nedir, pek güzel geliyor kulağa. İşte birkaç seçmece inci yarışmacılardan:

“Benim kutumu siz açar mısınız Acun Beyyy”

“Kutumda bu sefer büyük bir şey hissediyorum Nilgün Aplaa, benimkini bir dahaki turda açtır istersen.”

“Bence senin kutun kırmızı Goncagülcüğüm, aç aç kutunu aç!”

“Sen kutunu nasıl hissediyorsun Özlemciğim.?”

“Kutum hakkındaki hislerin benim için çok önemli Evren Abiiii.”

“Senin kutundan büyük bir şey çıkacak hissediyorum bunu.”

Bu yarışma pek bir tutup prayım tayımlarda yayınlanmaya başlayınca, diğer güzide kanallarımız da boş durmadı elbette. Hele bir tanesi var ki, akıllara zarar. Hala devam ediyor mu, ya da edecek mi bilemiyorum, ama dumurumu bile şaşırttıydı bana. Lakin bu yarışma programının insanı dumur eden tarafı, formatından ziyade sunucusu olan eski hakem ve cabbar spor yorumcusu aabiimizdi elbette.

Kendisi soyadına da yakışır bir şekilde yarışmacıları bir güzel haşlayıp, pişiriyor, insancıklarda zaten yıllarca ezilip büzülmekten bir lokmacık kalmış olan özgüvenin tamamını yok edip iyice sindirdikten sonra yarıştırıyordu. Sadece yarışmacılarla sınırlı kaldığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz a dostlar... Adam herkese hakkını veriyordu yani en helalinden!

Hele Kevin Kostnır’a laf attığı bölüm varmış da ben kaçırmışım. “Adam değilsin Kevııın” diye hönkürmüş ya bu asabi şahsiyet. Hayır adamceyizden ne istiyon? Elin Kevın'ı sana ne etmiş olabilir ki? Zaten müstesna yarışmalarımızdan birine konuk olmak suretiyle bulmuş belasını zavallıcık. Sen yarışmacılarına çakmaya devam et değil mi ama! Ya da giy bikinini, git uzan şezlonga misssler gibi.. ohhh!

Daha da anlatmak isterdim, ama gerçekten benim gibi sabırlı bir insanın bile bir tahammül sınırı var imiş demek. Seyretme güçlüğü çekiyorum artık televizyon denen illeti.

Hele ki, Seda Aplamızın, o şişik ağzını büzdüre büzdüre tebaasına “tepişmeyin” şeklindeki nazik yaklaşımını gördükten ve de duyduktan sonra…

Gerçi ne demiş ünlü düşünür, bilge insan, yüce şahsiyet, Buket Bakakalın.. “Herkes hak ettiği gibi yaşıyor..”!

5 Eylül 2008 Cuma

HAYAL KURANI DA KURMAYANI DA SEVERİM


Sabahın erken saatleri, güneş henüz yeni yeni ısıtıp aydınlatıyor yerküreyi. Pencereden sızan ışıkla gözleri kamaşıyor kadının. Efil efil esen sabah rüzgarının ritmine kaptırmış raks eden dallara ilişiyor ilkin gözleri.

Bir çırpıda fırlıyor yataktan. Mis gibi kaynak suyuyla yüzünü yıkayıp bahçeye çıkıyor usuldan. Yeni yeni kızarmış domatesleri, mis kokulu salatalıkları koparıp dalından, ahşap bahçe masasına güzel bir kahvaltı hazırlıyor.

Ortancalar, nergisler, sardunyalar rengarenk... İçi açılıyor kadının. Toprağın ve denizin kokusunu ciğerlerine çekiyor derin derin.

Alabildiğine yeşil, alabildiğine mavi ve alabildiğine huzur...

Bir yol lokantası işletir kadın hayat arkadaşıyla birlikte. Yolcular... Gelirler... Giderler... Kalıcı değildir hiç biri. Her gün yeni yüzler, başka seslerle, yeni bir maceradır onun için. Her gün başka başka hayatlar tanır ve bunu sever kadın.

Sahilde uzun yürüyüşler yaparlar kendilerine kalan vakitlerde. Geçmişi konuşurlar. Çocuklarını anlatırlar birbirlerine. Gururla... Onlar da gelir yanlarına yazdan yaza. Kendi çocuklarını anlatır, yaşatır... Ve dünyanın en büyük mutluluğunu tattırır bu yaşlı çifte.

Akşam oldu muydu, birer bardak çay eşliğinde tatlı tatlı didişirler. Kadın kitaplarını okurken, adam "hatun bırak onu da, benimle ilgilen" diye sitemlenir inceden. Tıpkı gençliklerinde olduğu gibi.

İşte bir budur, bir de budur İncegül kişisinin hayali.

Meleğim, geciktim affet beni.

30 Ağustos 2008 Cumartesi

BENİM YAVRUM ARTİZ OLACAK


Blog aleminin şimdilerdeki sobe mevzuu 'özenti, özenmek ve gençlik'. Pas Mehtap'tan geldi. Değerlendirelim efenim.

Medyanın körüklediği, sosyal ortamın fişeklediği, teknolojinin desteklediği ‘özendirme’ vukuatları evvel zamanda, evden kaçıp artiz olabilitesi mevcut kız çocuklarımızın ve onların ailesinin çok canını sıkmıştır. Onlar, ses dergisinde okudukları, bohçasını sırtlayıp Yeşilçam yolunu tutmuş olan bir iki nadide örneğe özenmişlerdir masumane . Lakin herkes siyah-beyaz artizler kadar şanslı olmayabilirdir. Kiminin karşısına, Göksel Arsoy çıkarken, bir çoğunu da elinde gazozuyla Nöri Alço karşılayabilirdir.

Nice Türk filmine de konu olmuş bu hikayede, bu saf kızlardan kimi uyuşturucuya alıştırılmış, bazısı tecavüze uğramış ve sonunda çoğu hayatın yazdığı senaryolarda ancak figüran olarak birer rol kapabilmişlerdir.

Neyse ki günümüzde yavrularımız tek başına bırakılmamaktadır. Onlara başka yöntemlerle ünlü olmanın yolları el birliğiyle anlatılmaktadır. Bu kadar çabaya güzel yurdumda ünsüz insan kalmayacak olması da işin bir başka sevindirici boyutudur. Neredeyse ‘ünlü olmazsan geber’ kampanyaları düzenlenmeye başlanacak diye beklemedeyiz milletçek.

Biraz eli yüzü düzgün kızlar, meşhur olmanın dayanılmaz cazibesine kapılmış fedakar annelerinin himayesi altında, o güzellik yarışması senin, bu mankenlik ajansı benim dolaştırılmak suretiyle bu çarka bir şekilde dahil edilmeye çalışılırken azıcık sesi iyi olanlar, popsıtar, halksıtar, çingensıtar, yozgatıngülü, istanbulunbülbülü gibi yarışmalara sokulup sanatkar olma yolunda ilk adımlamalara başlatılmışlardır.

Öyle ya; onların Serdar’dan, Musti’den, Emre’den ve hatta Tarkan’dan ne eksiği vardır. Bu memlekette kaseti olmayana kız bile verilmemektedir. Onlar evde mi kalsınlardır? Kızlar için ise durum daha da basittir. Don-süt.yen bir klip yaptın mı, iki de g.t salladın mı bu iş tamamdır. Sese kimin ihtiyacı vardır ki. Teknolocinin önlenemez yükselişi kendini müzik piyasasında da göstermiş, en olmadık sesleri bile billur kıvamına getirebilme yetisine sahip olmuştur artık. Düşününüz; bu ülkede Ba.nu Kalkan bile iki-üç kaset yapmıştır. Daha ne olsundur?

Ünlülerin renkli, neşeli, bol eğlenceli ve yaşanılası hayatı gözümüze sokulmak suretiyle her kesimden insanın ortak ideali haline getirilmiştir. Giyim-kuşamıyla, gece gezmeleriyle, aşk(!)larıyla, hatta yaptıkları tatilleriyle bile kendi hayatımızdan daha fazla ilgimizi çekmiş, daha da kötüsü kendi sefil, iğrenç, sıradan yaşantımız artık bize yetmez olmuştur.

Onlar gibi giyinmeye, onlar gibi boyanmaya, onlar gibi davranmaya başlamışızdır sonunda.Hepimiz birer çakma artiz, çakma manken, çakma ünlüyüzdür artık. Hayatımızda gördüğümüz tek kamera bakkal Hüsnü amcanın hırsızlara karşı taktırdığı dandik Korola olsa da, şekil itibarıyla onlardan hiçbir eksiğimiz yoktur çok şükür. Bu özentilik çoğu zaman komedinin babası, mizahın kralı olsa da, olsundur. Biz mutluyuzdur halimizden.

Ünlü mankenimiz, Erik kızımızın iki metrelik bacaklarıyla kendisine harbiden çok yakışan mini şortunu, bizim komşunun kızı bodur Mualla’nın koca g.tüne tıkıştırmaya çalışması, hem özentilik hem de halt etmektir. “Ama özeniyo aplasııı” diyen annesinin bu şapşallığı ise, b.ku kepçesiyle yemekten başka bi’şey değildir af buyurun. “Yarın öteki gün başka şeylere de özenirse ne edecen kadın, özendiği her naneden bir kaşık tattırabilecek misin” diye suratına hönküresi gelir insanın.

Ya bir gün, ot çekip, haplanıp, ya da gırtlağına kadar alkol alıp kamera önünde rezillik yapan ünlülere de özenirse bu yavrucaklar? Kim koruyacak onları? Sen ana-baba olarak onlardan daha fazla bayılıyorsun medyanın şaklabanlarına. Saçlarını bilmem kimin sarısına, bilmen neyin karameline boyatmak için can atıyorsun. Ötekisinin aldığı donun aynından bulabilmek için tabanların şişene kadar alışveriş merkezi dolaşıyorsun. Ya sen kart zampara? Vicudundaki bütün kıllar ağarmışken, pleyimin boyu olmaya çalışıp sadece yalandığınla kalıyorsun. Kendini onlara benzetmeye çalışırken, onlar gibi olmak isteyip eline yüzüne bulaştırırken, nasıl “yapma” diyeceksin kendi çocuğuna?

‘Toplumu bu dertten nasıl kurtarırız’ın cevabını sosyologlara, pedagoglara ve işinin ehli insanlara bırakıp kendi çöplüğümü temizlemek, kendi kapımın önünü süpürmektir öncelikli vazifem. Yaşam içindeki tüm unvanlarımın önüne geçen ‘anne’ olma yetkimi, etkimi ve ayrıcalığımı kullanarak, önce kendi çocuğumdan sorumlu olduğumu düşünüyorum. Lakin bütün evlatlar için yanmak da ‘anne’ olmanın olmazsa olmazıdır.

Varlığının, yaşam sebeplerinin farkında, vatanını milletini –sözde değil, özde- seven, okuyan, üreten ve en önemlisi düşünen gençler var ve var olacak. Sokağın orta yerinde, k.çından düşen donu, vudi vutpeykır şekli saçları, burnunda, kaşında, gözünde hatta g.tünde piirsingi, kör-kütük sarhoş, küfürler savuran gencecik kızlar/oğlanlar da var. Onlar da bu toplumun evlatları. Pekiyi neden bir taraf öyleyken, bir taraf böyle diye düşünmek de biz yetiş(ememiş)kinlerin görevidir kanımca.

Neden daha ilköğretim çağındaki bebeler, ellerinde son model cep telefonları, üç beş sevgili birden idare eder oldular sahi? Neden simsiyah giyinip ‘götik’ olduk biz diye dolanır ortada renk cümbüşü içinde görmek istediğimiz pırıl pırıl gençler? Yok mudur bizim hiçbir kabahatimiz? Tamamen sütten çıkmış, akça pakça mıyızdır gerçekten?

Özendirme, özenme, uygulamaya geçme şeytan üçgeni nice gencin başını yemiş, nicesini uçurumun kenarına kadar getirmiştir. Belli bir yaşı geçmiş insanların kendini koruyabileceği ve bazı şeylerin bilincinde olması gerektiği varsayımından yola çıkarak, eğer bilincinde değilse de bulsun belasını gerizekalılar diyerek, bu tür özentilerden korumaya çalışmamız gerekenlerin gençler olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bu ‘özenti’ mevzuunda 'en masum' olanların da yine onlar olduğunu çok iyi biliyorum.

Ve topu genç kuşağın bu konudaki görüşlerini almak adına Sananekim Bananesanıma ve Forewell'a paslıyorum.
Ayrıca tüm ulusumun Zafer Bayramını kutluyorum.