27 Aralık 2010 Pazartesi

Okurlarıma Yeni Yıl Armağanımdır: İpteki Çamaşırlar


Havanın güzel olduğunu balkonlara çamaşır asıldığında anlıyorum. Ne çok çamaşır yıkanmış bugün. Kim giyinmiş bunları, ne zaman, nerede, nasıl kirletmiş. Sonra kim yıkamış ve asmış? Gözlerimde eteklerin, pantolonların hatta iç çamaşırlarının beraber ve solo geçişleri. Çamaşırlara bakarak bir insan hakkında ne çok şey öğrenilebilir diye düşünüyorum. Mesela bu mahallenin erkekleri mavi gömlek seviyor. Her ipte bir gömlek, her evde renk ahenk bir mavi. Sanki elimi uzatsam, daldan elma koparırmış gibi yakalayıvereceğim birini…

Soluklu hayatı, soluksuz sevişmelerle yaşıyorlardı bir süredir. Düşünmüyorlardı mutlu muyuz diye? Böyle yaşamak güzeldi hem kendileri hem de başkaları için… Onların yaşantısı başkalarının dudaklarında gülücük, hayal hatta kalp çarpıntısıydı. Bazen de kıskançlık. Birbiri ardına apartmana girdiklerinde perde arkasından onları izleyip iç geçiren, dedikodu eden komşu kadınların ya da gevrek gevrek gülen kapıcının hiç farkında değillerdi. Öylesine kendilerine dönük yaşıyorlardı ki! Tıpkı bir vazo ve içindeki çiçek gibi… Ev onları birleştiren su gibiydi. Dışarıda ne olup bittiğinin bir önemi yoktu. Vazo ve çiçek birbirine doyup, su artık onları canlı tutamadığında bir sonraki kavuşma anını beklemeye koyuluyorlardı. Bundan da şikâyetçi değillerdi. Birlikte olmak istediklerinde bu küçük eve geliyorlardı. Kim olduklarını unutuyorlardı. Sözler yoktu aralarında, tutulmadık yeminler. Küfesi sorumluk olan, beklentilerle boğulmuş ilişkileri taşımaktan yorulmuşlardı. Sadece sevişiyorlardı. İşte böyle bir gecenin sabahında yanında uyuyan adamı izliyordu Meltem. Ne kadar da savunmasız görünüyordu uyurken... Ne kadar kendisiydi... Çıplaklığı bu yüzden seviyordu. Uyurken adamı izlemek keyifliydi. Aklından aşk konulu türlü şeyler geçerken aceleyle çıkartılmış, yakası kolu bir yerde olan gömleğe takıldı gözü.  Adamın yumuşak hatları ile gömleğim tortop olmuş halindeki tezatlığa baktı. Uzandı, adamı uyandırmamaya özen göstererek aldı gömleği. Oturdu yatağın içinde. Kokladı gömleği, kollarını düzeltti ve giyindi. Birkaç düğmesini ilikledikten sonra yataktan kalktı. Pencereden esen rüzgâr gibi geldi onun kalkışı. Burnunu kaşıdı adam ve uyumaya devam etti. Mavi gömlek üzerinde, evi gezdi Meltem. Ev daha başka göründü gözüne. Perdeler dikmek gerek dedi, şuraya küçük bir halı, hatta mutfağa iki kişilik bir masa… “Ev mi kuruyorum?” diye düşündü, irkildi. Üşüdü. Sarılıp, sarmalanmak istedi. Önünde durduğu aynadaki aksine baktı. “Bu gömlek senin değil” dedi ayna ona. “Dibine vurduğunu sandığım yalnızlığımdan böyle kurtulamazsın.” İçi titredi. Başını önüne eğdi, düğmeleri çözmeye koyuldu. “Hayal yok, plan yok sadece yaşayacağım” dedi kendi kendine. Söylediklerine inanıyor muydu sahiden? Gömleği çıkarmak istemiyordu üzerinden. Hatta pencere önüne çiçekler almalı, belki fesleğen diye geçiriyordu aklından. Kızgın yağa atılmış mısır tanecikleri gibi bir bir düşünceler beliriyordu aklında. Gömleğe sımsıkı sarıldı. Fark etmedi geldiğini adamın. “Anlamıyorum, kadınlar seviştikleri erkeklerin gömleklerini neden giyerler” dedi Mert tutkuyla Meltem’in boynunu öperken. Doldu gözleri Meltem’in. Kıvrılmış mavi çarşaf arasında sıkışmış çiçekli bluzuna baktı. O bluzda neden hiç mavi yoktu?

Rüzgâr kesildiğinde havayı kaybettiğimi sanıp panikliyorum. Böyle zamanlarda gözlerim balkonlarda asılmış çamaşırları daha çok arıyor. Sallanınca asılanlar, hava burada diyorum. Derin derin nefes alıp içime depolamama gerek yok havayı! Küçük küçük karanında nefeslerle hayatı yaşamaya devam ediyorum.

Uzun bir gündü. Çok özlediler birbirlerini. Nedense bunu söylemediler. Belki hemen kavuşmak istemediler. Günün karaltısı gözlerine vuruncaya kadar beklediler. Saatler altıyı gösterdiğinde caddenin ucunda birbirlerini gördüler. Ağır adımlarla yürüdüler. Hiç acele etmediler. Aralarında bir solukluk mesafe kalana dek beklediler. Göz göze geldiler. Durdular. Kavuşmadılar. Özlemleri, acıları arttı. Aralarındaki mesafe çoğaldı. İçlerine birbirlerinin nefesini çektiler. Gözleriyle öpüp, dudaklarıyla izlediler. Sadece elleri birleşti, hoş geldin dercesine. Yürüdüler. Hiç konuşmadılar. Sadece yürüdüler. Elleri soğuktu kızın. En ateşli sevişmelerde bile soğuktu kızın elleri. Mahir nasıl severse sevsin Zeynep’i, bu soğukluğun hep aralarında olduğunu bilirdi. Hiç mi ısınmayacaktı bu kızın elleri? Eksik olan neydi? Geçmişten bir iz belki… Gelecek için kurulan gerçekleşmesi imkânsız bir hayal de olabilirdi.  Ya da…  Mahir sevdiğinin elini üşütenin ne olduğunu bulmaya çalışırken, Zeynep tanıştıkları günü düşünüyordu. Kalabalık bir sokakta karşılaşmışlardı ilk kez. Elindeki çantasını sıkıca tutmuş, rota bellediği Arnavut kaldırımında başı önünde yürüyordu Mahir. Zeynep’se yaşanmamışlıkların peşinde, yakalamak için bir sonraki anı şimdiyi feda ediyordu. İşte böyle bir zamanda kalabalığı yara yara hayata koşarken çarpıştılar. Tenlerin teması sarstı Zeynep’i. Durdu olduğu yerde. Mahir’de ise bir değişiklik olmamıştı. Nasıl da emindi attığı adımdan. Usulca başını kaldırıp seslendi Zeynep’e "merhaba". İrkildi kız. İlk kez ısındı elleri.  Tanıdık, bildik bir kelimeyi ilk kez duyar gibiydi. İşittiği söz kulaklarından tüm benliğime yayıldı. "Merhaba". Harfler kolye gibi bir bir dolandı boynuna. Hele o "r" sesi var ya gelip öptü sanki Zeynep’i tam şah damarından. Boğazında düğümlenen soluğuna tutundu kız, yaşamak istiyorum dercesine. Mahir gözleriyle dokundu Zeynep’e. Teninde yumuşak bir el gezindi sanki. Belli belirsiz bakışlarla sarılıyordu Mahir. Zeynep telaşlandı. Avuçları alev gibi yandı. Kalabalık silindi birden. Yer gök karıştı… Ellerine baktı Mahir’in, yüzük aradı gözleri. "Ellerimde kalbimi görebilir misiniz?" dedi Mahir. Kızardı Zeynep.  Hiç tanımadığı bir adamın gözlerinde kaderini ararken buldu kendini. Açılan yeşil hırkasının düğmesini iliklerken Mahir düşündü. Birine güvenmek ilik ve düğme gibidir. İkisinde bir iz mutlak vardır…

Gün gecenin koynuna girince hava renk değiştiriyor. Bunu sevmiyorum. Örtülerin altında hava almak zor. Hızla günden kalma havayı sakladığım evime koşuyorum. Sabah yıkadığım çamaşırların ipte asıldığını anımsıyorum. Toplarken onların çamaşır olmadığını biliyorum. Onlar  yaşadıklarım.  Uyanınca, elbise değil yaşadıklarımı giyiyorum bu ipten alıp. Belki de ipten dönen hayatımı giyiniyorum.

Tüm çamaşırları topladım. Sepetin içinde duran yakası açık kırmızı elbiseye bir bakın hele nasılda tutku dolu. Yumuşacık pembe kazak şefkatle sarmak için bekler gibi. Şu savaş rengine benzeyen mor bluza ne demeli… Sarı etek nasıl da kıskandırır yeni yetmeleri. Renk ahenk bir dolu elbise bekliyor giyinilmeyi; kırmızı, mor, sarı, turuncu, pembe, eflatun… Neredeyse her duygu burada tutku, aşk, öfke, sadakat, hırs, kıskançlık… Ama hiç mavi yok, hiç yeşil. Meltem’in hayalden dünyasını gerçeğe döndürecek umudun rengi nerede şimdi? Peki, Zeynep’in ellerini ısıtacak güvenin tonları?

Pencerenin perdesi asılan çamaşırlar gibi hareketli. Hava burada. Ben buradayım. Kapatırken perdeyi cama yansıyan kendimle selamlaşıyorum. Kendime baktıkça şaşırıyorum. Mavisi olmayan çiçekli bluz, düğmesi açık yeşil hırka sizleri ben ne zaman giyinmiş diye mırıldanıyorum.




***********************
Okura Not: Bu öykü tüm okurlarıma yeni yıl armağanımdır. Yaşamınızda eksik olduğunu düşündüğünüz şeyleri tamamlayabilmeniz dileklerimle…


22 Aralık 2010 Çarşamba

mühür



bohçalanmış bekleyişlerimi
çözen yürek bağı
mühürle beni

aşktan sarhoş bir başı,
taşımak ne zormuş.

yürek sarsıntıları arasında.

20 Aralık 2010 Pazartesi

son 4 - biraz gölge, biraz sihir




havada inci soğukluğu.
kar, yürek kaydırmaca oynuyor.

gün üşümüş
kıvrılmış
az evvel
girmiş gecenin koynuna
yorganı bir çeksin başına
sihir yapacağım
bekle...


tıpkı bana benzeyen
bir kız yürüyecek ardımda 


şaşıracaksın!
ve o geldiğinde
hiç bensiz kalmayacağım.
artık hiç üşümeyeceğim...

bu en uzun gecede bile!

*****************************************************
okura not:
bir gölge oyunu değildir hayat.
insan en çok kendini özlüyormuş biliyor musun?

 

17 Aralık 2010 Cuma

Teşekkürler

Merhaba değerli dostlar,

Bir milyon kalemi kurduğumuzdan bu güne 3 yıl olacak neredeyse. Yeni doğum günümüzü 2011'le birlikte kutlayacağız. Kurulduğundan bu yana blog yazarlarını buluşturmanın yanında, çeşitli iyilik projeleri ile internet üzerinde güzel işler de yapılabileceğini ispatlama şansımız oldu. Bu şansı bize verip, bizlere güveniniz sayesinde birçok çocuk, yaşlı insanı mutlu edebildiğimiz için kıvançlıyız, mutluyuz.

Bu yolculukta bugün geldiğimiz noktada son kampanyamızla birlikte yine güzel bir işe daha imza attık. Değerli dostum A.Şebnem SOYSAL’LA geliştirdiğimiz ve bu projede öncü görevi alan editörlerimiz  EFSA ve BEENMAYA ve değerli editör arkadaşlarımız sayesinde projemiz kısa zamanda hızla yayıldı. Her kampanayda bize destek veren dostların sayısı artar ve bazıları daha çok emek harcar. Bu kampanyada adeta 1MK editörü gibi çalışan bir blog yazarı dostumuz Ahmet Söylemez'in ve sonrasında  sizlerin bloglarında ve facebook benzeri sosyal medya ortamlarda projemizin duyurulması sayesinde güzel neticeler elde ettik.
Şu an Kahraman Maraş / Ekinözü YBO'da okuyan 240 çocuğumuzun ayakkabı ihtiyacı Minik eller üşümesin, minik eller donmasın kampanyası kapsamında karşılandı. 150 çocuğumuz için bere, kaşkol ve eldiven bekliyoruz. Okulumuz için nakdi bağışlarla bir projeksiyon cihazı almayı düşünürken, değerli bir katılımcımız sayesinde bir projeksiyon cihazı bağışı alındı.

Burada ismini sayamadığımız birçok kardeşimize, katılımcı dostumuza teşekkür ediyoruz. Bağışçılarımızla ilgili bir listeyi kısa zamanda sizlere duyuracağız. Bağışlarınızın çocuklarımıza bizzat ulaştığına dair belge ve fotoğraflar sitemizde yayınlanmaya başlayacak. Ayrıca bizlere yazdığınız o içten, sevgi ve iyilik dolu mailleri de paylaşmak istiyoruz.

Bir milyon kalem olarak, bizlere verdiğiniz en güzel doğum günü armağanı bu kampanyaya katılımınız oldu. Kahraman Maraş / EKİNÖZÜ YBO’ da okuyan 170 erkek 70 kız çocuğu için de hem yeni yıl hem de bir bayram sevinci yaşattınız. Sağ olun var olun. Çok daha iyiyi yapabilme yolunda umutlarımızı tazelediniz. Hepinize teşekkür ederiz.

Birmilyonkalem.com sitesi olarak bu yolculukta bizlere destek olan başta değerli editör ve yazar dostlarımız olmak üzere, blog camiasında ya da internet dışında da olsa bize katkı sağlayan, duyuran, çaba sarf eden ya da yardım edemese bile iyi dileklerini sunan tüm yürekdaşlarımıza şükranlarımızı sunuyoruz.

Sanal dünyada, gerçek bir gönül yolculuğu sloganı ile başladığımız yolculuğumuz aynı heyecan ve umutla sürüyor. Çok yakında sizlerden aldığımız güçle yepyeni, heyecan ve umut dolu bir iyilik hareketi daha başlatacağız. Sizleri üzmeden, yormadan, sıkmadan ama birilerine yardım etmenin mutluluğunu yüreklerinizde doya doya hissedebileceğiniz projelerde birlikte olmak umuduyla, lütfen bizimle olmaya, bizi izlemeye devam edin.

Birmilyonkalem: bir gönül yolculuğu, bir gönülden bin gönüle ulaştı şimdi hedefimiz birmilyon gönülle bir arada yolculuk yapabilmek. Çok mu hayal gibi görünüyor? Başladığımızda biz bile hayal edemezdik bu kadar güzel şeyler yapabileceğimizi. Umudumuz olsun ve iyi niyetimiz. Gerisi kendiliğinden gelir, dün başardık, bugün başardık, yarın neden olmasın?

Saygılarımla

1Milyon kalem  Site Admini
Erkan BAL
Gazeteci-Yazar

 
1- Her çocuğun bir masalı olmalı kütüphanesi / Yeşilolvacık /Mersin
2- Adıyaman'da bir çocuğum var / Adıyaman
3-33 okul 3003 öğrenci için el ele / Dursunbey / Balıkesir
4-Tokat huzurevinde bayram var / Tokat
5- Ulupamirde hırka olmak / Van
6- Umut çocukları okulda / Çınarcık / Yalova
7- Altına imzamı atarım / Anıtkabir / Ankara
8- Şaika Günsel TUĞRUL / Blog yarışması
9- Çocuk ihmali ve istismarını önlemek için bilgileniyoruz
10- Öğretmenimi Yazıyorum
11-İşaret dili öğreniyoruz
12- Minik eller üşümesin, minik ayaklar donmasın / Ekinözü / Kahramanmaraş

15 Aralık 2010 Çarşamba

240 Çocuk Üşürken...





yüzünden düşenler
sırça bir aşkın kalıntıları
prova edilmiş sevdalar
kırılsın bırak
acıyanla, acıkan arasına sıkışma
eve ekmek de götürmelisin

2 Eylül 2009, Ankara

*********************************************

yüreğe, sevda götürmeyi unuttuğumdan beri
sessiziz.
kırıntılardan, ekmek yapmayı özledim.

nasıl oluyorda
kalemimin izlerini
böyle yanılmadan değerlendirebiliyorum
yazmamayla bir süredir

belki de tüm kelimeleri örten
aşktır

belki de sessizlikle noktalanmış,
savunmasız
bir isyandır
yaşadıklarımız

16 Aralık 2010, Ankara

Minik Ayaklar Üşümesin kampanyası devam ediyor.
Sevgili okur! Eve ekmek götürürken, yürekler üşümesin.
Çorap, bere, atkı armağanlarınızı yollamak için birmilyonkalem@gmail.com adresine bir e-posta yazmanız yeterlidir.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Minik ayaklar hala üşürken...



havada inci soğukluğu
kar
yürek kaydırmaca oynuyor

… ve ben

dün eldivenlerimi kaybettim
ellerim üşüyor
çok üşüyor ellerim

sensizliğe
soğuğa
ellerim
bir başına direniyor

kar topu oynayan çocuklara bakıyorum
onlarında elleri üşüyor

sensizliğe, onların ellerini ısıtarak dayanmak istiyorum!

**********************************************

Minik Ayaklar Üşümesin kampanyası devam ediyor.
Artık sadece 60 çocuğımız için  biraraya gelmemiz gerek...
Onların elleri hala soğuk.
Onların eldiveni, benim senim yok…

Sevgili okur! Yürekleri ısıtmak için hiçbir zaman geç değildir değil mi?

8 Aralık 2010 Çarşamba

Minik ayaklar üşümesin!



"Yeni yıl geliyor! Bu yıl birmilyonkalem.com çocuklar için bir şey yapmayacak mı?" diye soran dostlar,

Biliyor musunuz küresel ısınma yüzünden değil, çocuklar üşümesin diye kış gelmiyor. Bir süre daha kar yağmayacak. 172 erkek 70 kız çocuğu sizden gelecek armağan paketlerini aldığında soğuklar iyice kendini hissettirecek ve kar yağacak.

Kahraman Maraş EKİNÖZÜ Yatılı İlköğretim Bölge Okulu'nda okuyan 242 öğrenci için birer ayakkabı, eldiven almaya ne dersiniz?

Önceliğimiz ayakkabı... Sonra eldiven....

Her zamanki gibi kampanyayı bloglarımızda duyurarak işe başlayalım.

"Ben armağan yollamak istiyorum." diyen dostlar lütfen birmilyonkalem@gmail.com adresine e-posta yazsınlar ki kardeşlerimizin ayakkabı numaralarını paylaşalım.

Elimiz çabuk tutmalıyız şunun şurasında yeni yıla ne kaldı. Haydi minik eller üşümesin, minik ayaklar donmasın!

1MK Ailesi

Elim çocukların üzerinde demek için için tık tık



************************************

Okura Not: "SON" serisi yeni yılla birlikte kaldığı yerden devam edecek...

22 Kasım 2010 Pazartesi

son 5 - olasılık




yazdıkça
bende saklı duran Tanrı'yı uyandırsam

böylelikle
içimdeki sevince dokunsa kelimeler

kendi kaderimle oynarken
ruhumun sınırlarını görebilirim o vakit

işte bu nedenle
söyleyecek daha çok sözüm olsun istiyorum.

kim
sonsuzlukla yarışmak istemez ki?

8 Kasım 2010 Pazartesi

Son 6 - telafi





ılık bir kasım sabahı ankara’da..
ben bu günü aramaya gidiyorum

tek başıma

inadına inadına
kalbimi kamaştıran güneşe karşı
akşama doğru yol alıyorum

yelkovanın
ben olduğunu
hayal ediyorum

ki akrep beni ne zaman tutsa
aşk düşecek yüreğime
biliyorum

tutulmak istemiyorum

yaprakların terk ettiği
kış ağaçlarının içinden geçerek
işe gidiyorum

öyle çok şey var ki aklımda
zihnimin inzibatlarına karşı
siperdeyim

bir şeyler okuyabilme umudum hala var
böylece gözyaşlarımı erteleyebilirim

içimden mırıldanıyorum
iyi ki okuyabiliyorum
iyi ki yazabiliyorum

bir de konuşabilsem...


***************************************************************

okura not:

son günlerde
ne zaman aynada kendimle selamlaşsam
aynı soruyu soruyorum

nasıl kurutacağız bu göz yaşlarımı?

konuşarak azizim... yoksa konuşmadık ne varsa seninle, hep iki damla yaş olarak duracak gözlerimde

2 Kasım 2010 Salı

son 7 - masal


bazı sabahlar uyanırsın
hava kurak, gönlün ayaz
sarılacak bir örtü bulamazsın
soğuk ellerin titretirken nefesini
hayallere kaçarsın

bildik bir masal gelir aklına
evvel zaman içinde…
diye başlamazsın
anımsamaya

çünkü zaman
çoktan söylenmiş
bitirilmiş
bir tekerlemedir
ağzında

seni ısıtacak anları düşürürsün
aklına
bir kral varmış
bir de peri kızı
yeter bir masalı yazmaya

ilk bakışta aşık olsunlar birbirlerine
işte öykü başladı bile

kavuşmasına kavuşurlar da
her masalda olduğı gibi
aralarında bir sır olsun
o vakte dek kimseciklere demedikleri
dağ fare doğursun

peri kızı çeksin dünyanın yükünü
sırma saçların altında
tam şah damarının üzerinde
saklı dursun bir yara
kim bilir hangi aşktan kalma

kızın kamaşınca kalbi aşktan
sırrını deyiversin krala
kralın içinden o ses haykırsın
"peri kızı çıplak!"

yarayı görünce ürpersin kral
kara kediler gırlasın
"bu kız sahiden peri değil midir?" yoksa

hüzünle gözlerine bakar kralın peri kızı
sakın dokunma yarama
insanoğlu bu
yenilir kral merakına
dokununca yaraya
kuş olur
uçar
gider
sevdiği uzaklara

o gün bu gündür hep aynı şarkı söylenir...


19 Ekim 2010 Salı

ben: kış ağacının yaprağı


ağaç bile
yalnız ve çıplak kalma pahasına
en sevdiğini
uzağa göndermeyi
başarabiliyor

üstelik
önünde
uzun ve çetin bir kış olduğunu bile bile
ayrılığı kabulleniyor

ben
bir kış ağacının yaprağıyım
şimdi uzakta

dua et
ağaç
kavuşmalarımız olsun.

mevsimin adını da sen koy...

14 Ekim 2010 Perşembe

yağmur

yürek nemi dersin gözyaşlarıma
peki yağmur ne o zaman?




11 Ekim 2010 Pazartesi

çarpışma

anımsar mısın
kalabalık bir sokakta karşılaşmıştık
ilk kez seninle

elindeki çantanı sıkıca tutmuş
rota bellediğin arnavut kaldırımında
başın önünde yürüyordun

bense
yaşanmamışlıkların peşinde
yakalamak için bir sonraki anı
şimdiyi feda ediyordum
işte böyle bir zamanda
kalabalığı yara yara hayata koşarken
çarptım sana

tenlerimizin teması
sarstı beni
durdum olduğum yerde
sende ise bir değişiklik olmadı
nasıl da emindin attığın adımdan
usulca başını kaldırıp
seslendin bana

"merhaba"

irkildim birden
tanıdık
bildik
bir kelimeyi ilk kez duyar gibiydim.

işittiğim söz
kulaklarımdan tüm benliğime yayıldı

"merhaba"

harfler kolye gibi
bir bir dolandı boynuma
hele o "r" sesi varya
gelip öptü sanki beni
tam şah damarımdan
boğazımda düğümlenen soluğuma tutundum
yaşamak istiyorum dercesine

gözlerin dokundu bana
tenimde yumuşak bir el gezindi sanki
belli belirsiz
bakışlarınla sararken beni
telaşa kapıldım
kalabalık silindi birden
yer gök sen ve ben
ellerine baktım yüzük aradı gözledim

"ellerimde kalbimi görebilir misiniz?" dedin

kızardı yüzüm
hiç tanımadığım bir adamın gözlerinde kaderimi ararken buldum kendimi.

kavrayıp avuçlarımı
dudaklarına deydirip mırıldandın

"iziniz kalır artık sözlerimde
arayışınızı anlatırım
aşk niyetine"




sahiden anlattın mı?

Zaman, keyfi ve sembolik bir yapıdır


Zaman, insanın ürettiği keyfi bir sembolik yapıdır. Semboliktir, çünkü bir ön kabulle oluşturulmuştur: Bir saat altmış dakikadır.

Her zaman dilimi kendi matematiksel döngüsü içinde kurgulanmıştır. Zaman keyfidir! Çünkü, yaşamın akışı içinde aslında birçok şeyin hangi an olacağını, ya da olmayacağını belirleyen, bireylerin verdiği karardır. Zamanın öznelliğini en iyi Einstein'in şu sözleri açıklar: "Bireyin yaşantıları bize bir olaylar dizisi içinde düzenlenmiş görünür. Bu diziden anımsadığımız olaylar 'daha önce' ve 'daha sonra' ölçüsüne göre sıralanmış gibidir. Bu nedenle birey için bir 'ben zamanı', ya da öznel zaman vardır. Bu zaman kendi içinde ölçülemez. Olaylarla sayılar arasında öyle bir ilgi kurabilirim ki, büyük bir sayı önceki bir olayla değil de, sonraki bir olayla ilgili olur."

Zaman insanı içine alan, sınırlı ve sonlu yapısıyla bir anlamda insanı kendi döngüsüne ortak eden bir düzenektir. "Gerçek zaman ", bu sembolik yapıların düzenleniş ritminden, iç içe geçmiş yapısından, içsel dinamiklerin etkileşiminden oluşur. Farklı zamanların izleri zihnimizde sürekli dolaşıp durmaktadır. Bu nedenle, yaşam yaşananlar ve anımsananlar arasında bir gidiş geliş, geçmiş ve gelecek arasında kurduğumuz köprüde şimdiye sıkıştırılmış bir süreç niteliğindedir. Bu sembolik düzenek insanı çepeçevre saran bir yapı durumuna gelmiştir. Zaman kavramında bozulma, yaşamda başarılı olamamayı ve ileri boyutta psikopatolojiyi beraberinde getirmektedir.

Zamanda yer almak ve bir iz bırakmak her geçen gün insanlar arasında daha fazla önem kazanmaktadır. Çünkü bu durum, insanın var olduğunu göstermesine yönelik atılmış en somut adımdır. Zamanın sembolik olması onu aynı zamanda evrensel kılmaktadır. Zaman bir anlamda var oluşun simgesidir. Bu nedenle insanoğlu bin yıllardan saliseye kadar uzanan bir düzlem içerisinde zamanı ayrıntılandırmıştır. Zaman ölçülerinin bu kadar çok çeşitli olması, belki de insanın bu kurguya verdiği önemin en ciddi kanıtıdır. Bu kurgu tüm yaşamın işleyişini belirlemeye başladıktan bir süre sonra, insanoğlu ayrıntıya takılmaktan ötürü bütünü göremez duruma gelmiştir. Oysa bütün, kendisini oluşturan parçalardan farklı bir dokudur. Bunu yeniden keşfettiğimizde geçmiş-şimdi-gelecek üçlemesi hak ettiği değere kavuşacak, şimdi ve burada yaşanmaya başlanacaktır.

10 Ekim 2010 Pazar

Şimdi ve Buradayı Yaşamak Dedikleri...


" Her şey kendi varlığı içinde sürekliliğini korumaya çalışır "


Spinoza’nın bu sözü geçmiş-şimdi-gelecek üçgeninde insanın varlığını sürdürebilmesi için verdiği çabayı özetler niteliktedir. Varlık ve sürekliliğin korunmasındaki temel nokta, zamanda var oluşu ve aynılığı sürdürebilmektir. Bu pencereden bakıldığında, zamanı tanımlama ve kullanma biçimimiz kişiliğimiz hakkındaki belki de en kıymetli ipucudur.

Bu durumu açıklamak için getireceğimiz örneklere baktığımızda, insan ve zamanın, hep bir yarış ve/veya kavga içinde olduğunu görürüz. Örneğin; günü doldurmak için birden fazla işle aynı anda meşgul oluruz, ya da planlı bir biçimde uygun eylem sergileyemeyiz. Bu durum her zaman bir psikopatoloji ile ilişkili olmayabilir. Örneğin, pazar günü yaşanan karmaşık yaşantılarımızı düşünelim. Çalışma günleri tüm rutinliğine karşın, her an ne yapılacağı bilindiği için güvenli bir limandır. İnsanların zihinlerindeki zaman kurgusu, çeşitli nedenlerle kesintiye uğradığında alternatif çözüm yollarıyla sorunu çözmeye çalışırlar. Ancak, tatil günleri hemen her şeyin eş zamanlı olarak yapılmaya kalkışıldığı bir gün olduğu için, insanı yoran ve hemen hiçbir şeyin tam olarak yapılamadığı bir zaman dilimi olarak kalmaktadır. İşte bu nedenle zamanı kullanma biçimimiz bizi ele vermektedir. Sürekli boş vaktimiz olmadığından yakınırız, oysa pek çok an üretkenlikten uzak öylesine akıp geçmektedir.

İnsan ve zaman sanki yan yana duran birbirinden bağımsız iki cep saati gibidir: Kurulumları aynı ama bazı anlarda çakışan iki saat gibi. Tıpkı beden ve zihin gibi! Bu ikilem, insanın zaman algısında çok açık biçimde görülmektedir. Zaman bu nedenle, çoğu kez yorgunluk ya da yaşlanma olarak karşımıza çıkar. Beş duyumuzla farkında olduğumuz kavramlar üzerine daha çok yoğunlaşırız. Bu nedenle yaşamsal derin çizgiler, zihinsel etkinliklerden daha çabuk dikkati çeker. Beden yorulduğunda zamanın geçtiğini hissederiz. Çoğu zaman zihnin bir yorgunluk saati yoktur. Bu nedenle, yaşamı algılama ve ele alış biçimimiz, hatta kullandığımız savunma düzenekleri bu değerli ipucunun gerisinde yer alan halkalardan sadece bazılarıdır.

"Zaman" kavramını ele alış biçimi yaşamın doğal eğilimi ve kişinin isteği arasında gidip gelen bir tahterevalliye benzetilebilir. Zaman konusunda hayatın akışı ve kişinin farkındalık düzeyi kuşkusuz tahterevallinin yönünü belirleyecektir. Kişi olarak zihnimizde çeşitli kurulumlarla hayata yaklaşırız. Çoğu zaman; ayrıntılara takılır genel çerçeveyi kaçırırız. Yani tuzağa düşeriz! Asıl olandan uzaklaşırız. Gerçek gereksinmeler, sahte ihtiyaçların gölgesinde boğulur. İşte bu nedenle çevremizdeki hemen her şeye sahip olmak isteriz. Her şeyi, sürekli bir tanımlama çemberinin içine sokma çabası içerisine gireriz. Bu da, pek çok önemli noktanın kaçırılmasına yol açar. Yani; zaman " HER AN BİR HALDEDİR ", yani akışkandır.




Sürecek – Yeni bölüm: Zaman keyfi, sembolik bir yapıdır.

7 Ekim 2010 Perşembe

bırakın güneş girsin içeriye



kırk boğumun çözüldü düğümü

açtı ağzını
yumdu gözünü

yakası açılmadık
kelime kalmadı

saydı
sövdü
yıktı
döktü
herşeyi...

kustu sonra
yıllardır kendisine yutturulanları

içinden çıkanlara baktı bir süre
ezber bozan diye yutturulan doğmalar
safrasını taşa çevirmişti

boş gözlerle
sarı sıvının içine gizlenmiş
yanlızlığına baktı

doğruldu birden
diklendi yer çekimine
bırakın güneş içeri girsin dercesine
belli belirsiz
açtı ağzını yeniden

kelimelere giyindi aceleyle
çünkü
güneş yakıcıydı.

3 Ekim 2010 Pazar

sana geldim



herşey değişiyor

artık
değişeni değil
neyin
aynı kaldığını
anımsamaya çalışıyorum

yontu yüzlere asılı kalmış çakma gülücüklerden çok
sahici gamzenin peşindeyim

yok bunları bana yazdıran
sonbahar değil

yapraklar
ağaçlara ihanet etmedi
henüz

neden ihanet olsun? "değişim"

inan bu sorunun cevabını
ben de bilmiyorum

ardımı dönüyorum kara iklimine
sana geliyorum

mavi!

bir kaç günlüğüne
sarıl bana...


28 Eylül 2010 Salı

vicdan


dilimizden bir bir eksilirken kelimeler
olup bitenleri anlıyorsan
bana da anlat

hayatımızı
yüksekçe bir duvardan
aşağıya yuvarlıyor sanki birisi
sırça bardak gibiyiz
bir anda
tuzla buz olup
dağılıp gideceğiz

bundandır
uykularımızdan sıçrayarak uyanışımız

oysa bizim
taşınamayacak kadar ağır yükümüz yok
ne insan yönetiriz
ne de komuta ederiz
sen ve ben
öylece yaşar gideriz

seni bana
beni sana
bağlayan
sürekli bekleyişimiz

bekleyişimizin sonu geldi vicdan

ne olacağını ben sana söyleyeyim şimdi

karanlık adamlar gelecek
aydınlık vaadiyle
benim düşlerimi, düşüncelerimi
diken sayıp sökecekler bir bir

sonra
görünmez duvarların ardında
bulutların rengini düşleyeceğim
azatlı özgürlüğün başladığı gün ise

hangi köpeğe kemik olacağım şimdi ben!
diye düşüneceğim

olmadı inleyeceğim
seni sayıklayacağım

vicdan...

Fotoğraf: Marc Ribound

25 Eylül 2010 Cumartesi

Umut Çocukları Okulda Kampanyasının Ardından...


BirMilyonKalem.com yepyeni bir başarıya daha imza attı.

"Umut Çocukları Okulda" kampanyası

Kampanyamız çerçevesinde Yalova Çınarcık İlköğretim Okulu öğrencilerine yönelik başlattığımız "eğitim yardımları" geçen gün dağıtıldı. Yavrularımızın sevinci görülmeye değerdi.

Başta editörlerimiz ve bu kampanyada bizlere bizzat yerinde destek sağlayan sevgili Pabuç olmak üzere tüm yazar, okur ve destekçilerimize, ayrıca hediyelerin çocuklara dağıtımındaki katkılarından dolayı okul yönetimine teşekkür ediyoruz.
yazarlarımız, okurlarımız, gönül veren destek olan tüm arkadaşlarımızın desteği ile hedefine ulaştı.

Yeni kampanyalarda buluşmak dileğiyle.

Bir milyon kalem . com
Editörleri







Not: Okul kütüphanesinin masal ve öykü kitabı ihtiyacı sürmekte. Kampanyamız eğitim yılının başlaması nedeniyle sonlandırılmasına rağmen dileyen okurlarımız yardım göndermeye devam edebilirler.

19 Eylül 2010 Pazar

Seyahat Özgürlüğümü İstiyorum!

Sayın Cumhurbaşkanım,

Seyahat özgürlüğü temel bir insan hakkıdır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 13. ve Anayasamızın 23. maddesiyle hepimiz için güvence altına alınmıştır. Ancak buna rağmen dünyanın en pahalı pasaport ücreti Türkiye'dedir.

Üstelik bu ücret, yürüttüğümüz kampanyaya karşı duyarlılık gösteren hükümetimizin geçtiğimiz Haziran ayında %50 indirim yapmasına rağmen böyledir. Dünya ortalaması 50 ABD doları olan 5-10 yıllık biyometrik pasaport ücretleri, Türkiye’de 225 ABD dolarıdır. Her yıl otomatiğe bağlanmış pasaport ve harç zamlarıyla ücretleri sürekli artmaktadır.

Türkiye’de asgari ücret yaklaşık 400 ABD dolarıdır. 4 kişilik bir aile yurtdışına çıkmaya karar verdiği zaman ödemesi gereken pasaport ücreti ve harçlar yaklaşık 950 dolar tutmaktadır. (fotoğraf+işlemler+yurt dışına çıkış harcı) Bu ücretlere vize harçları, ulaşım ve konaklama masrafları dahil edildiği anda bir kişinin veya ailenin yurtdışına çıkmasının önüne yüzlerce dolarlık bir duvar örülmektedir. Bu durum, Anayasamızın 23. maddesinde yer alan "seyahat hürriyeti"nin ekonomik engeller çıkarılarak açıkça ihlal edilmesidir.

Biz Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak hükümetimizin Türkiye’ye uygulanan vizelerin kaldırılma politikasını ve Anayasa'da seyahat özgürlüğünü geliştiren değişikliği yürekten destekliyoruz. Ancak bu ülkelere gidebilmek için, önce makul ücretlerle pasaport alabilmek istiyoruz. Devletin yurttaşlarına vermek zorunda olduğu uluslararası kimliğini, onlara "satmasını" istemiyoruz.

DÜNYANIN EN PAHALI PASAPORTLARINI KULLANMAK İSTEMİYORUZ!

Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının da tüm dünyada olduğu gibi 50 dolar ücretle pasaport alabilmesini; Anayasamızın “eşitlik” ilkesine aykırı bir şekilde harç ödemeyen ve vize ayrıcalıklarına sahip olan Yeşil Pasaport sahibi devlet memurları ve aileleriyle aynı hakları olmasını; “değerli kağıt” olan pasaportların harçlar kanunun dışında değerlendirilmesini, her yıl zam yapılmamasını istiyoruz.

Unesco 2011 yılını tüm dünyada Evliya Çelebi yılı ilan etti. Bizler Evliya Çelebi'nin torunları olarak seyahat özgürlüğümüzü geri istiyoruz!


Saygılarımızla

Seyahat Özgürlüğü Gönüllüleri

Önemli Not:
T.C. kimlik numaranız, doğum tarihiniz, kimlik numaranızı doğrulamak için alınmakta, bu bilgiler sistem içinde kesinlikle saklanmamaktadır. Amacımız sadece gerçek T.C. yurttaşlarının imza kampanyasına katılmasını sağlamaktır.

Bu kampnayaya destek vermek için sadece bir imza atmanız yeterli. Aşağıdaki linke tık tık...

17 Eylül 2010 Cuma

İNCEGÜL TATİLDE PART TUUU'YA BUYURUN


Nerde kalmıştık efenim. Heh işte biz yukarıya çıkıp yerleşmeye çalışırken bebeler durur mu? Durmaaaz!.. Bavulları orta yere bıraktıktan hemen sonra kendi odalarını terk edip kapımızı yumruklamak suretiyle, kibarca bizi dışarıya davet ettiler. Oysa ben, o odaya kendimi kapatıp kuşlarla muhabbet edecek, börtü-böcükle haşır neşir olacak, balkondaki yeşillikleri koruyup kollayacaktım. Üstelik koca kişisini de bunun bir tür meditasyon olduğuna, tatilimizi burada, bu odada hücre hapsi şeklinde geçirirsek, şehrimize döndüğümüzde dingin, huzurlu, arınmış ve nirvanalara ulaşmış bir ruh haliyle yaşamaya devam edeceğimize ikna edecektim. Heyhat sıpalarım bundan bihaber, dünyevi zevklerin peşine düşmüşler, “hadi anne yaaaa… havuza inelim artııkkk!” şeklinde çemkirmekte ve otel ahalisini ayağa kaldırmaktaydılar.

Neyse ki havuz başındaki şezlongların çoğu boş idi. En güzel konuşlanmışlarından birine kendimi besili bir camış zerafetiyle bırakıp, koca kişisine de hemen dibime çömmesi talimatını verdim. Kendisine, en zarif ve en kibar halimle, sağa sola bakması halinde gözlerini oymak, etlerini çimdirmek, kor halindeki mangal kömürünü sırtına bastırmak suretiyle yapacağım türlü işkenceleri hatırlatmayı da ihmal etmedim tabii.

O esnada bebelerim havuzda şen şakrak oynaşmaya, birbirlerinin saçına yapışıp suyun dibinde en fazla tutma yarışması yapmaya, merdivene sıkıştırıp boğmaca oyunları oynamaya başlamışlar ve mutluluğumuza mutluluk katmaktaydılar.

Ne olduysa işte o anda oldu. Önce şezlonglar birer birer doldu, sonra suyun o eşsiz dinginliği insan sesleriyle büyük bir karmaşaya dönüştü. Aman allaaam, işte uruslar sonunda gelmiş, topraklarımı işgal etmişti. Buna müsaade edemezdim, etmeyecektim, etmedim.

Bir insan ırkında, hiç mi kıl tüy olmaz idi? Ten dediğinde hiç mi pürüz bulunmaz idi? Yahu bunlar nasıl kadındı ki, bir gram yağ, bir kabukçuk selodit bulundurmuyorlardı bünyelerinde. Allaaam, neden, neden nedendiiii? Lakin, sadece hatun milletinin insanlarında değil, bunların erkek cinsi olanlarında da aynı durum söz konusu idi. Siz bakmayın “Ay onların kadınları güzel ama adamları bi b.ka yaramaz. ” diyen kıllı, kıpçıklı bizim hanzolara. Bebeler hakikaten güzeller, aç parantez, dünya ahret gardaşım olsunlar, kapa parantez. Ah bir de hepsinde bir slip giyme çılgınlığı olmasa idi… Gençlerinde fena durmuyordu da, Yüz yaşındaki Yuri Emmi’ye altına yapmış da temizlemeyi unutmuş görüntüsü veriyordu. Nitekim tiksinçtirici bir durum idi.

Neyse efenim, konumuzdan sapmayalım. Ne diyorduk; hatunlar güzel, e bikinileri de hap kadar olunca, haliyle insanın gözü kayar. “Şimdi bunun için adama da kendine de tatili zehir etmenin alemi yok.” dedim kendime.

Tamam kadın milletinin egosu en güzel, en akıllı, en şık, en sempatik kendisi olsun ister, kabul. Öyle olmasa da sevdiceği ona böyle hissettirsin ister. Lakin, sizin de bildiğiniz üzre henüz böyle bir erkek icat edilmedi dostlar. Kompleks yapmanın alemi yok. “Amaaaan, bırak ne hali varsa görsün, sen hayatın tadını çıkart kızım. Dönüşte seni zorlu bir yaşam savaşı bekliyor. Ne uğraşacan. Zamanında Baltacı tutaydı uçkurunu, bunlar zaten azmazlardı bu kadar.” dedim, yine kendime.

Komplekslerimi tuzlu suyun dibine gömdüm ve kendimin farkına vardım. Artık o kadar da güzel görünmüyorlardı gözüme. Peehhh…! Canım, ben de güzeldim. Bu sıska, bembeyaz, süs bebeklerini mi kıskanacaktım? Onları oldukları gibi kabullenmeye karar verdim. Hatta günler geçtikçe, dostluk çerçevesinde ve bildiğim bir iki Rusça kelime ekseninde muhabbetler bile geliştirdim hatunlarla.

Ben böyle olgun, kendinden emin, komplekssiz ve güvenli bir şekilde ortalıkta dolanırken koca kişisi ne mi yapıyordu? Elbette içeceklerine karıştırdığım ilaçlar sayesinde, günün büyük bir kısmını odada uyuyarak geçiriyordu.

Ne? Ne? Neee? Ne yani, bretim pitimi, savunmasız, biçare ganaryamı, gınalı guzumu, gurt sürüsünün içine mi bırakaydım? Yapmayın sayın hatun kişileri!.. Hangimiz bu kadan da güveniyor beyine bu devirde? Sorarım size. Hatta türküsü bile var. Eşşeği saldım çayıra, otlaya karnın doyura, gördüğü düşü hayıraaaaa, yoranında…

Şimdi gidiyorum. Meraklanmayın sayın okuyan. Çok yakında geri geleceğim. Çileniz dolmadı daha. Nihohahahaaaa…

16 Eylül 2010 Perşembe

YENİ SEZON PART BİİİRRR....


Gönül ister ki; yıl boyu, gün dağların ardına çekilene kadar kızgın kumlardan serin sulara atlansın, öğünlerle ilgili sıkıntı “bugün ne pişirsem” değil; “yemeğe giderken ne giyeyim” olsun, bütün gün yiyip içip malak gibi yayılınsın, gak deyince havyar, guk deyince şuşi servisi gümüş tepside gelsin.

Ama, heyhat, siz de bilirsiniz ki hayat böyle bir yer değil sayın okuyan.

Yaz bitti, tatil bitti, benim kabusum kış; sizin kabusunuz ince kişisi geri döndü. Vatana millete hayırlı olsun.

Bu yıl tatil organizasyonunu koca kişisi sponsorluğunda, zeka küpü, ortam insanı, organizasyon komitelerinin bir numaralı elebaşısı olan bendeniz gerçekleştirdim efendim. Dağların eteğinde, denizin kıyısında, doğa harikası, sevimli mi sevimli, sakin mi sakin bir tatil beldesinde kafa dinleyecek, şehrimin yapış kokuş nemine, tiksinç sıcağına inat, püfür püfür orman havasında serinleyecek, buz gibi sularda, bir göl kuğusu edasında çimecektim. Bir sevinç, bir coşku, bir neşe, hatta pür neşe hazırlıklar yaptım. Lakin, kara bahtım, kem talihim beni oralarda da rahat bırakmayacaktı elbette. Bunu bilecek kadar çok görmüş, çok geçirmiştim ya yine de umut etmekten geri durmayacaktım.

Ne midir, bu güzel tatil etkinliğinde beni bahtsız bedevi gibi çöllerde kutup ayılarının önüne düşüren. Anlatayım efendim. Buyurunuz bir alt paragrafa geçiniz.

Bendeniz ve benim çekirdek çerez ailem, en tatil kıyafetlerimizi, en yarım donlarımızı, en turist şapkalarımızı ve bitter gözlüklerimizi kuşanıp düştük yollara. Otel pek güzel, pek şirin, pek nezih görünüyordu. Sevindim. Zira, benim lüküs düşkünü, kalite aşığı kocam kişisi mızıkçılık edebilir, “nerde len bu otelin, suyu yirmi bir buçuk dereceye ayarlı cakuzisi, helalar altın kaplama değilmiş, hiç beğenmedim, aaa bu yatağın içinde zümrüt-ü anka kuşu tüyü olmalıydı” şeklinde sitemlerini dile getirebilirdi. Getirmedi. Beğendi. Lakin, oteli mi, yoksa içindekileri mi daha çok beğendi, işte onu tam algılayamadım.

Bir dakika yahu yazara çemkirip durmayın sayın okuyanım, anlatıyorum işte.

Daha resepsiyonda, daha misafirliğimiz çıkmadan bomba patladı. Önümüz, arkamız, sağımız, solumuz, kendilerine mecburen, ne diyeceğimizi bilemediğimizden “hatun” dediğimiz yaratıklarla doluverdi bir anda. Benim koca kişisinin gözleri bi földürse de, yerinde müdahalem sayesinde kendine geldi. “Abooovvv” dedim. “Ben ne halt ettim?” dedim. “Kendi ellerimle, kendimi ateşe atıveedim a dostlaaa.” dedim. Ne desem fark etmeyecekti nasılsa. İstediğim kadar saçmalayabilirdim artık. Eşeğin istemediği ot önünde bitermiş böyle. “Le ben bu süt urus hatunların içinde ne b.k yiyecem şimdi” diye düşünerek odaya çıktım.

Evet sayın izleyici!.. İncegül bundan sonra ne yapacak? Sütlerin topunu tuzlayıp süt kesiğine mi çevirecek? Yoksa kaderine razı olup tatilin tadını mı çıkaracak? Azzz sonraaaa…

To be Contunie bebeeem. Şimdi şu işlerimi bi toparlayayım. Çok bi kısa sürede görüşeceğiz yine.

g'elin kız



güneşi yaktım bu sabah

yok
yok
tanrı falan değilim

sadece ondan önce uyandım

kızdı bana
haklıdır
kim kendisine kuma ister?

doğar doğmaz
sırtımdan vurdu beni
canımı yakamadı da
yüzün gölgemde kaldı

hiç böyle görmemiştim seni
yüzünde çizgiler varmış
seçti gözlerim bir bir derinlikleri
teninin altında seninde can varmış
insanmışsın

gölgemde kal sen
mini kız
büyütürüm ben seni usulca
g'elin etmem
vermem ellere

yoksa uzağa kim gidecek?


Fotoğraf: Özgür Çakır

14 Eylül 2010 Salı

Absürt


rüyasında atlar kişniyordu
rüzgar
ihanete zorlarken yaprakları

ağaçlar bir bir üryan kalırken
tuhaf bir suçluluk içindeydi gökyüzü

suyu acı göle dalmış
bi başına küçük kız çocuğu
kapalı pencerelerin ardında kalmış
huzura bakıyordu

boş saksılara baktıkça
içi ürperdi

korkusundan pay aldı solucanlar
soluğunu kesmek istercesine
topraktan çıktılar
bölüne bölüne çoğaldılar
üzerine yürüdüler

siper oldu küçük kızın önüne
sarı yaz

yeşilin sarıya olan aşkını
anlattı ona

önce kırmızıya dönüşüp
yanıp kavruldu

yetmedi

yerlerde süründü

renkler yer yüzü ile dalga geçerken
tuttu kızın ellerinden sarı yaz

dokundu yüreğine

burası acı göl değil
bırak yolunu bulsun kandan ırmak
bulsun ki nefes al

yoksa hep "uzak" kalırsın


Fotoğraf: Özgür Çakır

13 Eylül 2010 Pazartesi

9 Eylül ve Çirkin Kral



hayatımın senaryosunu ben yazdım
zihnime kader inzibatlarını dikme
çirkin demişsin bana
varsın olsun
çirkef dünyaya, kral olsam ne!


*******

sen bilmezsin
bir gülümseyiş belirir yüzümde
sarı yaz başında
seni selamlayışımdır o

gülücüklerim yaklaştırmaz seni bana
o filmde
sana sarılan kara saçlı kız gibi
hissederim kendimi
her dokuz eylülde
kollarımın arasında kayıp gidersin

uzağa...

ne yapalım
ölüm Allah'ın emri ayrılık olmasa!



Fotoğraf: Özgür Çakır

25 Ağustos 2010 Çarşamba

sobe


ellerin çıplak
farkında mısın?

yumma gözlerini
yok omzunda kanatların
uçamazsın!

nafile çaba
kendini unutmak için güne karışmaların

bir anda avucunun içine alıverir seni mazi
hiç konuşmasalar da
bugün ve dün
gardiyanların

uyan azizim uyan
önün
arkan
zaman
sobe…


Fotoğraf: Özgür Çakır

24 Ağustos 2010 Salı

düş işleri bakanı - talebe



keşkelerin ülkesinde
tebdili kıyafet dolaşırken
buyur edilir bir sofraya
düş işleri bakanı

duraksız
dümensiz
olmak isterken
lokma
lokma
engellenir

boğaz kırk düğüm der
diz kırar
çöker
oturur
yer kubbeye

yer altını düşünür
örtülecek ne çok şey var diye iç geçirir

sağa bakar
sola bakar
nefeslenir

geldiği yer
yasaklı kelimelerin bölüşülüp
ruha katık edildiği
sofradır

bir “ah” sohbetinin
içindedir artık
düş işleri bakanı

a’dan
h’ye
yürümeye başlar

ah!

kimi vah der
kimi eyvah

yönünü yola çevirir
gel
diye çağırınca uzaklar

eyvallah!
der
bir kelimenin bile tadına bakmadan

o vakit
saçlarında bir dokunuş hisseder

dilsiz haberini kulaksız dinleyesi
dilsiz kulaksız sözün can gerek anlayası
dinlemeden anladık anlamadan eyledik
gerçek erin bu yolda yokluktur sermayesi

düşler içinde gide gide
Yunus’a kadar gelmiştir…


Düş İşleri Günlüğü

düş işleri bakanı-turkuaz
düş işleri bakanı-kaçamak
düş işleri bakanı- a'raf
düş işleri bakanı- zebani günlükleri "kabus"
düş işleri bakanı- faşist
düş işleri bakanı - tuz

19 Ağustos 2010 Perşembe

Umut Çocukları Okulda!





24 Ağustos 1999 Günlerden Salı
Marmara depreminden 7 gün sonra...

Enkazın altından iki kişi sağ çıkartıldı. Bunlardan birisi 155 saat sonra Yalova /Çınarcık'ta kurtarıldı. Kurtarılan erkek çocuk 5 kilo kaybetmiş, susuzluktan dili kurumuştu. Ailecek altı katlı bir binanın giriş katında oturuyorlardı. Babası ve üç ablası depremde öldü.

O çocuk, yani İsmail ÇİMEN bugün nerede ne yapıyor dersiniz? İsmail gibi depremin yıkıntıları arasına doğan pek çok çocuğumuz bugün ne yapıyor? Nerede hangi imkanlarla yaşıyorlar, Okula gidiyorlar mı? Bir ihtiyaçları var mı? Deprem yaralarını ne kadar sarabildiler?

DEPREM ÇİÇEKLERİ UMUDA AÇSIN!

1 Milyon Kalem'de yeni bir kampanyaya daha başlıyor.
Bir milyonkalem olarak, Yeşilovacık, Dursunbey, Tokat, Ulupamir, Adıyaman derken bu sonbaharda Yalova Çınarcık'taki çocuklarımızın tuttuğu kalem, yazdığı defter olmak için hazırlanıyoruz.

Onlar bizden okul çantası istiyorlar. Çizgili ve kareli defterler. Kırmızı ve kurşun kalem. Kalemkutusu. Düş dünyalarını resimlemek için renk renk boyalar istiyorlar. Bu sese kulak verin, bir milyonkalem kampanyasına siz de destekte bulunun. Bloglarınızda banner ve kampanya linklerimizi vererek katkıda bulunun.

Göndermek istediğiniz kalem, defter, silgi, boya kalemi, kalem kutusu vb. hediyelerinizi.

Çınarcık İlköğretim Okulu
Halit Kılıç (Okul Müdür Yardımcısı)
Hasan Baba Yolu - Çınarcık - Yalova

adresine yollayabilirsiniz. Gönderilerinizi takip edebilmemiz için, lütfen birmilyonkalem@gmail.com adresine e-posta ile bilgi veriniz. Lütfen gönderilerinizin üzerine "Birmilyonkalem Umut Çiçekleri Okulda" kampanyası notunu eklemeyi unutmayınız. Çocuk gülücüklerinde yer bulmak umuduyla.

1MK
1milyonkalem sitesi editörleri

Not: Gönderiler doğrudan okul müdürlüğüne yapılmalıdır. Bir milyonkalem sitesi bütün kampanyalarında olduğu gibi asla yardımları kendisi kabul etmez. Bu konuda okul müdürlüğü dışında herhangi bir yere gönderimde bulunmayınız.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

46. SANİYE




Kolu, bacağı kopan çocukları gördük
Evladının üzerine kalkan olup, can veren anaları
Dirisinden geçip, ölüsünü bulmaya razı olanları
Bir toz bulutu arasında......... Günlerce, gecelerce hayatı aradık.
"Sesimi duyan yok mu?" diye avaz avaz bağırdık
Nidamıza dokunan olmadı.
Sonunda, yıkıntılar arasından
Tıpkı uzuvları kopmuş bedenler gibi
Sahibini anımsatan fotoğları topladık

46. saniyede bir nesli kaybettik
Kiminin bedeninden bir parça gömüldü toprağa
Kiminin yüreği.
Ucuz can pazarıydı bu coğrafya
Yerkabuğu her daim alacaklı ağaydı.
Peki biz ne yaptık ?

Kolu, bacağı kopanlara beden olduk
Yüreği dağlananlara dokunamadık
Protez kalp henüz icat edilmemişti
Geride kalanları prefabrike olarak yaşattık
Zamanı gelince çok oldunuz deyip
Evlerini başlarına yıktık

Ondan ötesi...................

Deprem profesörüne "Dede" dedik
Olmadı bir de onu yılın en seksi adamı seçtik!
Televizyonda "bugün, yarın" deprem olacak diye adeta tespih çeken
Civciv çıkıcak, kuş çıkacak şeklinde birbirlerini yiyen
Sözde bilim insanlarını gördük

Biz de insanız canım, dayanamadık.
Duyarlılaştık!
Önlem aldık.
Zorunlusundan deprem sigortası yaptık
Çantamızı da hazırladık!

Sorunumuz çözüldü mü?
"Sesimi duyan yok mu?"

Göç hala sürmekte, iç ülkeden asıl ülkeye
Hala fakirlik en ciddi sorunumuz
Sözde korsanla mücade ediyoruz
Kendimiz kendimizi yağmalıyoruz
Gecekonduyu şehrin merkezine taşıyoruz
Balkonları içeri alıp evimizi genişletiyoruz
Kendimizden bir eksik, bir fazla
Hiç önemsemiyoruz
Öylesine yaşıyıp gidiyoruz

! Bu ülke 17 Ağustos'ta evlatlarını yitirdi. Onları anmak, sadece sözde kalmasın. İnsan olarak ederimizi sorguladığımız şu günlerde, değerimizi bilelim. Ölçümüz para olmadan.
Ölenleri rahmetle anıyorum...





Okura not: Birmilyonkalem.com ailesi olarak bu yıl deprem bölgesindeki bir okulumuzda okuyan çocuklarımızın tutan kalemi olmaya hazırlanıyoruz. Yakında kampanya duyurusuyla karşınızda olacağız. 

Kırmızı Saçlı Leylak



Sessiz sessiz yürüyoruz ikimiz el ele. Tüm sessizliğimize rağmen bu duyguyu çok seviyorum. Kendimi yalnız hissetmiyorum o anlarda. Cevat Ilgaz’ın yüzündeki tatlı gülücüklere bakıyorum. Bu dünya sadece insanların değil diye birbiri ardına kulağımda çınlıyor kahkahaları. Karıncaları seven eline dokunuyorum onun. Heyecanla sımsıkı tutuyor parmaklarımı. Sanki elimi değil dünyamı tutuyor. Yüzüne bakıyorum bazen gözlerim dolu dolu. Biliyor içlendiğimi uzaklara bakıyor, belli belirsiz sıkıyor elimi. Yürüyoruz…

Bu duygularla yürürken, leylak ağacının yanında kırmızı saçlı kadını görüyoruz. Kıpkırmızı saçlar sanki bir kara delik; dünya üzerinde ne kadar renk varsa hepsini yutuyor. Saçların gölgesinde, yer gök bir anda kırmızı oluyor. İkimizin de gözlerini kamaştırıyor saçların al rengi. Leylakların gölgesinde duran kadına bakıyoruz ikimizde. Kırmızı saçlı kadın ve leylaklar birbirlerine tezat iki dünyayı simgeliyor. Biri içimizi huzurla doldururken, diğeri tenimizi yakıyor. Ondan gözümüzü alamıyoruz, ritmi bizi çekim alanına alıyor. Kırmızı saçlı kadının dünyasında ilerliyoruz.

Birden kırmızı saçlı kadın harekete geçiyor. Dünyanın tüm güzelliklerine hakim olma arzusuyla tam önünde durduğu leylak ağacının dallarını kuvvetle çekiştirip, eline gelen çiçekleri kopartmaya başlıyor. O anda bırakıverdi elimi Ilgaz. Emin adımlarla yürüyor kırmızı saçlı kadına doğru. Öylesine kuvvetle yere basıyor ki “nereye gidiyorsun?” diyemedim. O anda kırmızı saçlı kadınla göz göze geldik. Bana öyle bir baktı ki içim ürperdi. Ben Ilgaz’ın elini bırakmıştım, o daha bir kuvvetle yapışmıştı ağaca. Bak işte böyle tutacaksın der gibiydi sanki bana.

Birden bu düşüncelerden sıyrıldım. Gözlerimle Ilgaz’ı takip ediyorum. Onun emin adımlarının ritmine uydurdum yürüyüşümü. Ne yapacak diye bakıyorum. Birden durdu. Kırmızı saçlı kadının yanına yaklaştı kararlı bir şekilde. Elini kaldırdı kadının bedenine dokunmak için sonra birden vazgeçti. Ilık bir ses yankılandı o anda “Saçlarınızın rengi çok güzel.” dedi. Kırmızı saçlı kadın gülümsedi, yapay bir sesle “Teşekkür ederim canım” dedi. Birbirlerine bakmaya başladılar. Ilık ses birden katılaştı, dolu gibi hızla çarptı kadının yüzüne. “Şimdi bu güzel saçlarınızı çekiştirsem, hatta kökünden kopartsam ne hissedersiniz? Bırakın ağaçların leylaktan saçlarını. Elinizdekiler artık ölü çiçek biliyor musunuz? Ölüler gömülüyor.” deyip, yürüdü. Dinlemedi bile kadını. Verecek cevabı olmadığını biliyordu belki de. Kırmızı saçlı kadının elinden yere düştü leylaklar.

Ben ise altı yaşındaki kocaman yürekli çocuğun ardından yürümeye devam ettim.



Görsel

9 Ağustos 2010 Pazartesi

düş işleri bakanı - tuz


hazır elinde
henüz bitmemiş
bir deniz de varken
derinlere dalıp kaderini tuttu
düş işleri bakanı

yüreğindeki renklerle yüzleşti

sudan çıktığında
teninin tadını değiştiren tuza seslendi

bilirim
bu tuz
denizden
bana tutunan
sendir




Fotoğraf: Özgür Çakır

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Arsız


Arsız derler ona. Arsız! Utanması, sıkılması olmayan yani. Kolayca ürediği, her daim canlı ve çiçekli kaldığı için kimse ona yüz vermez. Yer yarılsa, kıyamet kopsa o bildiğini okur. Her zaman ayakta, her zaman canlı kalmayı başarır. Oysa sadece varlığını ispatlamak istercesine sarar her yanı. Hayat terazisi ona böyle bir rol biçmiştir çünkü. Varolmayan ülkenin fark edilmeyen prensesidir Arsız. Gönül çelen olmak değildir derdi. Yakarışları aynı bahçedeki güzel olanlara benzemek için de değildir. Hemen döllenip daha ilk çiçeklerini açarken, heba olup gitmek de istemez. Sadece ötekilerce görünmek ister.

Korkar! Solup, gitmek istemez. Kimse görmese de onu da bir gören vardır. Kendini görür. Bundan gayri başkasına gerek var mıdır? Her fani gibi sever hayatı. Yediverenlerin arasına saklanmış sürerken hayatı güneşe tutunur. Güneş başka sevdalar aramak için başka coğrafyaların koynuna kaçınca başlar hüsran. Gece arsızı bitirir. Üryan bedenlerin iniltisinde, küçüldükçe küçülür. Eğreti otu gibi hisseder kendini. Başkaca yaşamları parsellemiş, kendine ait olmayan bir dünyayı yaşamaya başlar. Başka hayatların içinde, kendi hayalden evini kurar. Oysa ev üstüne, hayalden bile ev olmaz. Geç de olsa bunu öğrenir Arsız. Kabına sığmayan, fark edilmeyi bekleyen çiçek mevsimin en sıcak günlerinde bir başına balkonu bekler. Herkes evinde kapısını kapatmış keyfini sürerken o 40 derecelik güneşin altında çilesini doldurur.

Arsızlarla dolu bankonda oturuyorum. Ellerimde kırmızı çiçekler. Yaptığım bir şey değildir ama çiçekleri kopartmışım. Ellerim kıpkırmızı. Çiçeğin kanına girdim. “Şimdi gel beni kurtar” dercesine bakıyor bana Arsız. “Görülmeyeni görmek değil ki marifet. Gördün de beni ne oldu? Başın göğe mi erdi? Benim savaşımın sonu yok.” diyor.

Bitmek, tükenmek bilmeyen bozkır sıcağında Arsız’ın dilini anlamaya çalışıyorum. Dizlerimin bağını çözen, aklımın inzibatlarını izne çıkaran sıcağa sesleniyorum: Ben bu Arsızla ne yapacağım! Yargıç olmak istemem. Taşlaşmış yüreğim yumuşamaz nafile. Çok öykü dinledim ben. Bizzat kırılmış aşk masallarının vazgeçilmez oyuncusu oldum. Benden sana hayır gelmez Arsız. Kuramadığın geleceğinin hesabını neden bana  sordurtuyorsun? Bak, mevsim sarı yaza yaklaşıyor. İçime ince ince hayat yürürken, geçmiş solukların hesabını evetler ve hayırlar arasına sıkışarak vermek istemiyorum. Nasıl katlanırsan katlan şimdi benimle yaşamaya.


sürecek…

27 Temmuz 2010 Salı

Kumru

Başımı yastığa koyduktan sonra uyku ile uyanıklık arasındaki yolda ilerliyorum birkaç gecedir. Aklımda hep o var. Kumru!

İnsan bir yiyeceğe neden kumru der ki diyorum kendi kendime. Susamlı bir ekmeğin içine bolca konulan sosis, salam, sucuk, turşu ve kaşar peyniri… İşte kumru. Hoş bir gülücük kaplıyor suratımı.Dolunaya bakıyorum. Gülümsüyorum.

Aklımda belli belirsiz senden kalan cümlecikler cirit atıyor. Pencerene kumrular gelmiş, uzun uzun ötüşmüşler bir vakit. Seni uyutmamaya yeminlilermiş. Senin de uykun yokmuş. Dinlemişsin onları kulak kesilip. Name değilmiş geçtikleri. İnsan bir kuşa niye kumru der diye düşünüyorum şimdi. Güvercinden daha küçük, kahverengi bir kuş bu. Eşleri birbirine düşkünlüğü anlatılır çağlar boyu. Yüzüme vuran ayı yorganın içinde karartıyorum. Kumruyu düşünüyorum birkaç gecedir.

Masamın üzerinde Halide’nin hayatını anlatan kitap duruyor. “Aşk en büyük nikâhtır” ya da ona benzer bir cümle yazmış Halide. İlk aldığımdan beri içimde hüzün var bu kitaba karşı. Okudukça hüznümün nedenini kavrıyorum. Sert ve hazmedilmesi zor bir yiyecek yer gibiyim. Yaşama karşı dimdik dururken Halide, içindeki yalnızlığını görebiliyorum. Tek bir adama olan bağlılığı büyülüyor beni. Salih Zeki göçüp gittiğinde yaşadığı buhranı okuduğumda cehennem ateşini kavrıyorum. Kumru’yu düşünüyorum. Handan’ı okumaya karar verdim. Handan’ı okumak Halide’yi yakından tanımakmış gibi geliyor bana. Kendini yazdığın zaman okunuyorsun. Çünkü, insanlar yaşanmış öykü istiyor. O öykülerde kendilerini bulmak, yaralarına dokunulmasını istiyor. Boşa dememişler “insan, insanın zehrini alır” diye. Pencereme bir kuş gelse diye bakıyorum. Kumruyu bekliyorum.

Gelen giden yok. Kulaklarımdaki tek kanat çırpan radyodan yankılanan şarkılar. Sıcağın içindeki serinlik bu mevsim şarkılar. Her zaman bu coğrafyada sözün, tınıdan önce geldiğine inandım. Ama bu mevsim söz, müzikten biraz daha önde sanki. Güneşin arkadan vurduğu aşklar anlatılıyor. Aşk pusulanıyor. Sevda bahçesinin eski görkemli günlerinin olmaması ise her sevdayla birlikte kopartılan çiçeklere yükleniyor. Sonra ince bir sızı gibi başlıyor niye küsersin sen aşka diye diye mırıldanıyor radyoda bir adam. Gece gece niye pencereme bir kumru gelsin diyorum kendime. Bir türkü düşüyor dilime. Zifirde ışıklar kayıyor. Gökyüzünde yıldız kaydırmaca oynaya bakıyorum. Bir kumru gönder diyorum ona. Zülfü Livaneli konser verecekmiş biliyor musun? Gidip tek başıma dinleyeceğim onu. Senin için de güneş toplarım kim bilir…

Artık güne nokta koyma zamanıdır. Uyku hiç gelmeyen sevgili. Okumak için sıralanmış bir sürü kitabın içinden bir gece masalı seçiyorum kendime. İçinden Kumru Kız çıkıyor. Delice yaşanan bir sevdayı anlatıyor yazar. Sevdanın usturuplusu, aklı başında olanı yok zaten. Sevişmelerin sevdayı kurutamadığı bir çağdan, tükenmeyen bir aşkı okuyorum. Kumru Kız muradına erecek ama önünde bir engel var. Kendisine tutkun adama fısıldıyor. Bak kulağımın arkasında bir yara var sakın ona dokunma. Dokunursan bu aşk biter. Yara sensizlik diyor adam. Geceyi ateş kırmızısına dönüştürüyor aşkın dansı. Gecenin sonunda Kumru Kız’ın saçlarından yelken yaparken adam, kulağının ardındaki yarayı görüyor. Kan kırmızı, hayat denizi gibi bu minik yara adamı cezbediyor. Dokunsun mu, dokunmasın mı derken işaret parmağı aklın kontrolünden çıkıp ihtirasa yeniliyor. O anda uyanıyor Kumru Kız. Gözlerinde alaca bir hüzün. Tek kelime edemeden bir kuş olup uzaklara uçuyor. Dokunmanın büyüsüne kapılana dama ne olduğunu ise yazmıyor masal.

Aya bakıyorum şimdi. Uyumak için seçtiğim masalı düşünüyorum. Mırıldanıyorum duyarsın belki. Bu yazıdan sana kalan: Nerede yalnız bir kuş görürsen bil ki onun adı Uzağa Giden! Belki bu sabah pencerende öten Kumru…